Faruk ŞÜYÜN
Konuşacak öyle çok şey var ki masasının üstünde ve odada, nereden başlayacağımı ilk kez, bilemiyorum. En iyisi kendisine sormak:
“Sevgili Gani, sen olsaydın nereden başlardın anlatmaya?”
“Masanın kendisinden” diye yanıtlıyor. Yuvarlak, üzerinde Pîri Reis’in haritası olan bir masayı konuşacağız. “Pîri Reis’in haritasını bastırttım; çünkü, biliyorsun denizcilik var serde. Yuvarlak olduğundan hem toplantı için hem çalışma masası olarak kullanabiliyorum. Yani Pîri Reis’in izinde dünyanın üzerindeyim!”
Masanın hemen arkasındaki etajerin üzerinde yelkenli gemiler, takalar sıra sıra dizilmiş: “Bunların bir kısmı hediye, bir kısmını ben topladım. Hepsi benim için çok değerli, arada bakıyor, azaltıp çoğaltıyor, onlarla oynuyorum.”
Ya uçaklar?
“Bende pilotluk da var. Amatör pilotum. Bröveye döndürmedim ama epey bir uçuşum var.”
Arkanızdaki küçük sazı çalıyor musunuz? İki karış bir şey.
“Evet, ses çıkarabiliyorum. Saz dahil birçok müzik aletini çalabiliyorum” diye yanıtlıyor Gani Müjde. Öyleyse masanın kenarına haşmetli bir şekilde kurulmuş akordeonu da sorabilirim. “Lise, üniversite zamanlarında akordeon çalardım” diyor. Yani yazı gibi müziğe de yeteneği var. “Absolut kulak seviyesinde belki değilim ama ona yakınım. Her müzik aletinden duyduğum bir sesi çıkarabilirim.”
Masanın ortasındaki mavi kutu ilgimi çekiyor, acaba içinde hazine mi var?!
“Denizcilikten elde ettiğim hazineyi bunun içinde saklıyorum!” diyor, sonra gerçek nedenini şöyle anlatıyor: “YouTube çekimleri yapıyorum ya yüksek bir şeye ihtiyacım oluyor, bilgisayarı o kutunun üzerine koyup onu ayak gibi kullanıyorum. Kutunun üstündeki aparat da ekranı bana doğru döndürüyor, o zaman daha rahat konuşuyorum.”
Dürbün, teleskoplar odadaki objelerden bazıları. Gerçi nedeni belli, Maslak’a doğru geniş bir ufuk sızıyor camlardan, ama yine de soruyorum: “Onlarla bazen ne olup bitiyor diye bakıyorum, çok ufkum var. Eskiden şu karşıdaki evlerden birinde oturuyordum, buradan eve bakardım ne olup bitiyor diye.”
Yazma uğraşı uçma sevdasının, müzik yeteneğinin yerini nasıl almış merak ediyorum. “Ekmek parası aslında biraz” diyor Gani Müjde. “Yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelince birinci hedef istekler değil, ayakta kalabilecek para kazanma derdi oluyor. Önceleri karikatür çiziyordum, baktım kendime göre bir alan açamıyorum, yazarlığa geçeyim dedim. Ve yazarlıkta iyi oldum, çalıştığım derginin en popüler yazarlarından biriydim. Baktım oradan yürüyebiliyorum sonra sahne şovları geldi. Mimar Sinan Sinema Televizyon Bölümü’nü bitirdiğim için yazarlıkla senaryoyu birleştirdim. İlk Arabesk’i yazdık rahmetli Ertem Ağabey’le. Sonra bir sürü senaryo geldi. Televizyonlar patladığında onlara çok iş yaptım Hayat Bilgisi, Yahşi Cazibe, Kaygısızlar’ın aralarında olduğu çok sayıda dizi var. Bütün bunları topladığınızda yazarlık, çok sevdiğim bir iş haline geldi.”
Böyle bir yazı tutkunu bizimle olmaktan mutlu mu, yoksa “Bir an önce gitseler de yarım kalan yazılarımı tamamlasam!” diye mi düşünüyor acaba? Peki, tezgâhta neler var?
“İki projem var; dizi, hazırlıklarını yapıyorum. Sabahtan beri uğraşıyorum.”
Yazmak önemli ama canlandıracak karakterler de öyle. Senaryo yazanların bu konudaki sıkıntılarını hep duyarım: “Ben o konuda şanslıyım müdahale edebildim. Şu anda Türkiye televizyonlarında star olmuş çok oyuncuyu ben seçmişimdir. Müdahale edemiyorsam da o işi yapmamaya çalıştım, bir iki tane kaçmıştır belki, ama gerekirse mesleği bırakırım, direksiyonu kimseye vermem. Çünkü başarı ve başarısızlık sizinle anılıyor."
Masanın üzerindeki sıradan kalemlerden çok yan taraftaki kütüphanenin neredeyse bir rafını doldurmuş değerli olanları dikkatimi çekiyor. “Hediye edilen kalemleri saklarım, kullanmam” diyor. Peki, neden?
“Onları güzel şeylere imza atarken kullanırım. Örneğin güzel bir sözleşme yapacaksam oradan bir kalem alır, onunla imzalar, sonra tekrar yerine koyarım. Mutlu günlerin imza kalemleridirler.”
Her şeyi bilgisayarda yazıyor, ama notları kâğıtlara alıyor:
“Aziz Nesin gibiyimdir eski defterleri, daha önce yazdığım kâğıtların arkalarını kullanırım. Genel olarak arkasına da bir şey yazmadan hiçbir kâğıdı atmam!”
Sol yanında bir kahve ve çay makinesi var. “Pandemi başlayınca buraya kendimi hapsettim. Peki çayı kahveyi nasıl yapacağım?” Şirkette (Tükenmezkalem) baktım bir makine duruyor yanıma kurdum. Başucu aletim oldu.”
Kahve makinesinin altındaki raflara notlar iliştirilmiş:
“Projelerim var o sarkan notlarda. Arada birileri ‘elinde bir şey var mı?’ diye sorduklarında hızlıca bakıyorum. Ama buradakiler sadece dörtte biri, çoğu bilgisayarda.”
Ya masa üstünde birikmiş kitaplar?
“Okumadıklarım çoğunlukta. Okuyana kadar masadan indirmiyorum.”
Etajerin bir ucundan sarkan üzerinde harfler bulunan kâğıtları da merak ediyorum: “Bir kitabım vardı İsim Şehir Hayvan Bitki diye. Sonra onu sahnede anlatayım dedim. Her harfle ilgili bir hikâye. Notlar almışım ne anlatacağım diye.”
Ve kütüphanenin üst raflarında bir Recep İvedik bebeği. Onun için anlamını soruyorum: “Biz yazarlar zaman zaman sokaktan koparız. Entelektüel dünyaya seslenmek hoşumuza gider. Halbuki gerçek alkış sokaktan gelmeli bence. Bunu başarmış biri Şahan Gökbakar. Sokağı yakalamış bir adam. Ben hep ona bakar derim ki ‘tamam bu çok güzel Gani ama sokağı unutma!’ Onun için orada duruyor."