Faruk ŞÜYÜN
Yazı masası üst üste yığılmış, yan yana dizilmiş kitaplarla dolu. “Bir kere benim masam geniş olmalı” diye başlıyor söze Ercan Kesal, “büyük olmalı, çünkü yoruldukça başka kitaplarla dinlenen bir adamım ben. Yalnızca bir kitapla ya da mevzuyla çalışmayı sürdüremiyorum” diye devam ediyor. Elini attığı anda istediği kitaplara ulaşabilmeli; bu nedenle ihtiyacı olan kitaplar, masasının alabildiği kadarıyla üzerinde durmalı. Urla’daki evde bulunan çalışma masası, gördüğümüzün birkaç katı büyüklükteymiş. Kitaplar da onunla birlikte iki ev arasında mekik dokuyormuş.
“Sinema antropolojisi üzerine bir doktora tezim var, onu bitirmeye çalışıyorum. Masamın üzerinde onunla ilgili kitaplar oluyor. O dönemde bitirmek zorunda olduğum işlerle ilgili kitapları da yığıyorum, önümde ödev gibi duruyorlar. Onlardan kaçarsam ne okurum diye baktığım, beni dinlendirenler de var; Sait Faik gibi, Çehov gibi… Onlar arada bir kendimi ödüllendirme kitapları, çikolata gibi bir şeyler!”
Arada geriye dönüp alıntı yaptığı kitaplar da duruyor masada. “Temel, başucu kitapları” diye nitelendiriyor onları ve çalıştığı konuya göre zaman zaman değiştiklerini söylüyor. Tabii ki bilgisayarı da orada, ama mutlaka yazarak çalışıyor:
“Bazen düşünürken kendi hızıma yetişemiyorum, aklımdan geçenlere bilgisayarın hızı yetmiyor, elle daha kolay not alıyorum. Arkaları kullanılmış dosya kâğıtlarına yazıyor, mutlaka saklıyorum. Çünkü onlara geri dönüyorum.”
Bir de kocaman çöp kutusu var. İçi kâğıtla dolu. Satın aldığı veya kendisine gönderilen kitapların paketlendiği kâğıtlarmış onlar… Masanın üzerindeki yazıcı ise hayatında oldukça yeni; doktora çalışmasına başladıktan sonra almış, oğlu Poyraz’ın dersleri için de kullanıyorlarmış.
Telefon çalıyor. Arayan, tiyatro, sinema ve dizi oyuncusu, tiyatro ve film yönetmeni eşi Nazan Kesal’mış. Bugünlerde ‘Yaralarım Aşktandır’ adlı tek kişilik oyununda İranlı şair Furuğ Ferruhzad’ı canlandırıyor. Furuğ’un hayatlarında özel bir yeri varmış. Şöyle anlatıyor Ercan Kesal:
“Eşimle ilk tanıştığımızda etkilendik birbirimizden. Bizim gibi taşradan, köyden gelmiş çocuklar dertlerini direkt anlatamadıkları için bir ima numarası yaparlar, meselâ kitap verirler. ‘Oku’ diye verdikleri kitap aslında ‘bunun içindekiler benim sana söyleyeceklerimdir, ama anlatamıyorum’ demektir. Bir evlilik yapmış boşanmışım, perişanım, korkuyorum. Bir de kız var çok tatlı bir şey, ama yaralıyım işte, içim kırık kafam karışık. Ben de ona Furuğ’un bu kitabını verdim. Bizi bir araya Furuğ getirdi.”
Odanın duvarları, aslında hemen her yeri kitap dolu. Bir bölümü senaryo çalışmaları için gerekli kitaplar:
“Yeni senaryolarım için ara ara başvurduğum kaynak kitaplar var. Onları sipariş ediyorum, gelir gelmez tamamını okumasam bile bana gerekli sayfaları bulup not alıyorum. Bir de elimi attığım anda çekebileceğim, meselâ Bedenin Tarihi gibi kitaplar duruyor. O kitap benim için çok önemli, çünkü tıp doktoruyum ve sürekli geriye doğru alıntılar yapıyorum.”
Kitapların çoğu sinema, antropoloji ve psikoloji üzerine, öykü ve romanlar da bulunuyor, ama gündelik, popüler edebiyatı çok fazla takip etmediğini söylüyor Ercan Kesal. “Biraz eskiciyim, öyle söyleyeyim. Nadir kitap peşinde koşarım” diyor ve devam ediyor:
“Birbirini takip eden kitapları okumaya dönüşmüştür okuma anlayışım. Behice Boran üzerine kim ne yazmış, bir süredir onları topluyorum. Çünkü eşim, bir sonraki tek kişilik kadın oyununu Behice Boran için yapmak istiyor.”
Kimi zaman yazı masasında, bazen arkadaki kanepede okuyor, okumadığı zamanlar kendini eksik hissettiğini söylüyor. Çalışma odasında kâh okuyarak, kâh yazarak saatler geçiriyor. “Bu oda benim mâbedim burada kendimi çok iyi hissediyorum” sözcükleriyle açıklıyor odasına, masasına tutkusunu.

Çalışma saatleri mesai saatlerinden biraz farklı. O, gece 11 gibi uyuyor. Sabaha doğru üç, dört gibi kalkarak yedi sekize kadar okuyup yazıyor. Duvarlardaki kütüphanelerin cam kapaklı olması ilgimi çekiyor. “Kitaplar benim için çok kıymetli, onları rahat ettirmek istiyorum, iyi geliyor böyle olması bana” diye açıklıyor cam kapaklı kütüphaneleri tercih etmesinin nedenini.
Yazı masası ve koltuğu antika, Nazan Hanım’ın hediyeleri; “seviyorum eski eşyaları” diyor.
Masanın üzerinde bir kutu içinde üç dört gözlük duruyor. Ercan Kesal’ın kullandığı güneş gözlükleri, okuma gözlükleri yanında anısı olan bir diğeri, annesine ait:
“Annemin gözlüğü kalmış, rahmetlinin. Tutuyorum onu önümde.”
Arkasındaki duvarda bulunan camlı dolapta kendisinin ve eşinin aldığı ödüller bulunuyor. Anne ve babasının, fotoğrafları da yine o duvarda:
“Annem ve babam hep burada olsun istiyorum. Babam, okumaya çok meraklı bir adamdı. Bana çok yatırım yaptı. Ben, onun projesiyim. Onun ilkokul şahadetnamesini de astım, Kırşehir valisi imzalamış.”
Bir başka köşede “Kendi Işığında Yanan Adam” isimli kitabında âdeta bir roman kahramanı gibi tasvir edip anlattığı yönetmen Metin Erksan’la fotoğrafları asılı:
Başka fotoğraflar da var. “İlk kez Cannes Festivali’ne gittiğim Üç Maymun’un kırmızı halı töreninde” diyor Ercan Kesal.
Sohbet keyifli, vaktin nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Vedalaşıp çalışma odasının huzurlu ortamından çıktığımızda Kesal’ın penceresinin karşısında tüm görkemiyle açmış, beni söyleşi boyunca çağıran mor salkıma doğru yürüyorum. Öyle güzel kokuyor ki…