Faruk ŞÜYÜN
Metin Celâl’i 40 küsur senedir tanıyorum. Edebiyat ortamlarında başlayan arkadaşlığımız sıkı bir dostluğa evrildi. Kitaplarının, şiirlerinin iyi bir okuyucusu oldum. Ancak, nasıl yazdığını, nerede çalıştığını, yazı masasını hiç konuşmamıştık. Ta ki Yazar Masaları’nda konuğum olana dek…
“Düzyazılarımı bilgisayarda yazıyorum; şiirlerimi ise defterlerim var, onlara… Sonra bilgisayara geçiriyor, ardından tekrar deftere yazıyor ve yine bilgisayara geçiriyorum… Her seferinde düzeltiler yaptığım bu süreç, şiirin tamamlandığını düşündüğüm âna kadar sürüyor. Çünkü şiiri elle yazmak faklı bir duygu veriyor” diye başlıyor anlatmaya:
“Elle yazdığında muhakkak değiştireceğin bir şeyler fark ediyorsun.”
Tünel’deki ofisindeyiz. Yazı masasının üzerinde kitaplar… O masa yetmemiş, karşıdakine de yayılmış, yani iki çalışma masası var, diyebiliriz. Masanın üzerindekilerden birisi şiirlerini yazdığı defter. “Yanında taşımak için biraz büyük değil mi” diye soruyorum:
“Defterleri yanımda taşımam, kafede falan yazma gibi ritüellerim de yok; her şey kafamda gelişir. Masanın başına geçmeden yazamam, çünkü dikkatimi toplayamam. Öğrenciyken şartlar farklıydı. O yıllarda gürültü olsun, müzik çalsın yazabiliyordum. Bugünkü durum, biraz yaşlanmayla ilgili.”
Peki hangi saatlerde çalışıyor?
“Genellikle sabah erken yazarım. Sabah ezanından sonra. Erken yatıyor, erken kalkıyorum. İhtiyar tarzı işte. Gençken öyle değildi. Askere gidince anladım ki -o dönemde erken kalktık ya- en verimli zamanım sabah. Gece yazdığımın hiçbir hayrı olmuyor, sabah onları düzeltmem gerekiyor!
Şiire gelince öyle zamanı olan bir şey değil, zamanı geldiğinde yazılabilecek bir şey.
Düzyazıları düzenli yazmak zorundayım, çünkü haftada iki yazım yayınlanıyor. Onların dışında roman yazarsam, onu çalışıyorum. Düzyazılarda disiplin lâzım. ‘İlham geldi yazıyorum’ falan diyorlar, o ilham kim bilmiyorum! Yazmadan da ilham gelmez. O kesin. Masaya oturman, çalışman lâzım. Özellikle roman yazacaksan. Roman, şiir gibi değil, şimdi iki dize yazayım, sonra beş dize yazayım, 20 gün sonra döneyim olmuyor. Haftanın yedi gününde olmasa bile beşinde altısında yazmak gerekli. Yoksa ipin ucu kaçar.”
Bu düzen evde de bir yazı masası gerektirmiyor mu?
“Salonun ortasında bir masa var. Ancak, laptopla yazıyorsan nereye oturursan orası senin çalışma masan. Genelde yemek masası olur, hatta sehpa bile. Balkonda oturuyorsan balkon masası da. Ancak, kitap yazısı, eleştiri falan yazıyorsam buradaki gibi bir masa gerekiyor.”
Masanın üzerindeki iki kalem kutusu da dolu:
“Şiirlerde kurşun kalemi tercih ediyorum, ama kalem ayırt etmem. Hangisini bulursam onunla yazarım. Dolmakalem hiç sevmem. Çünkü hatırlayacaksın ilkokuldayken güzel yazı yazma dersi vardı. Orada kullandığımız hokkayla divit hayatımın en büyük kâbusuydu. Dökülmez deniliyordu ama hep üzerime dökerdim. Öyle bir hatıram olduğu için hiçbir zaman dolmakalem merakım olmadı.
Bol bol kurşun kalem topluyorum, ama onları da kullanmam. Bir tane kurşun kalemim vardır, bir versatil. İmzalar için de Doğan Hızlan’ın verdiği kalemi kullanıyorum. ‘İmza kalemi’ diye hediye etmişti…
Kalemlerin değerini çok fazla bildiğimi düşünmüyorum. Bir ara çok fazla kalem hediye ediyorlardı, onlar öyle duruyor, kıyamısonyorum. Kalem değerliyse onu açıp kullanamam. Defter kıymetliyse de öyle… Birikirler. Kullanacağım kalemlerim defterlerim harcıalem olmalı.”

Kalemlikte bir de rüzgâr gülü duruyor:
“O, ortak arkadaşımız Korkut Akın’dan geldi. Burada durmasını seviyorum, çünkü dönünce dışarıda rüzgâr estiğini görüyorsun. Çatı katı olduğumuz için faydalı…”
Metin Celâl’in ofisi Tünel Geçidi İşhanı’nda. Tünel’in tam karşısında hoş bir bina. 1800’lerin sonuna doğru Tünel’de çalışanların lojmanı olarak yapılmış. Eski usül tek tek odaları olan bir han, sessiz, sakin görünüyor. Yazmak için de çok rahat bir ortam olmalı. O da çalışmak için tercih ediyor. Masanın üzerinde duran kitapları soruyorum:
“Genellikle son çıkanları koyuyorum. Hangilerini okuyacağımı seçiyorum. Yazılacak olanları okumak için eve götürüyorum. Kalanlar, kapının önünde koli var, o koliye giriyor ve bağış olarak kütüphaneye gidiyor. Okumaya başladıklarım arasında bir eleme daha oluyor. Sonra da acaba kitaplığa kalabilecek kitap var mı diye onları seçiyorum…”
Arkasındaki duvarda iki tablo var, diğerleri karşı masanın üzerinde özenle bir şekilde yerleştirilmiş, zaman zaman yer değiştiriyorlar. Neş’e Erdok, Sali, Derya Sayın, Arslan Eroğlu bunlar arasında…
Radyo Haftası dergisinin birinci cildi ve 7 Gün dergisi cildi de masanın üzerinde:
“On yıldır falan sahaf kitapları da toplamaya başladım, eskiden hiç sevmezdim eski kitabı. Bu da ihtiyarlık işareti herhalde. Müzayedelere katılıyor birinci baskılar alıyorum. O nedenle de kitaplar çoğaldı. Eskiden yeni kitapları satın alamıyorum, okuyamayacağım diye üzülürdük. Şimdi ne çok kitap çıkıyor, vakit yetmeyecek, okuyamayacağım diye üzülüyorum.”
Yılda kaç kitap okuyorsun? “Geçen sene 170 küsur kitap okumuşum, pandemiden dolayı evdeydik, verimli oldu. Bu sene bugüne kadar 120 kitap. İyi bir okurum diyen, yılda en fazla 50 kitap okur, yani haftada bir kitap ki bu da zor bir iş.”
Ve duvarda cenazelerde yakaya takılan fotoğraflı kartlar, dostların resimleri:
“İhtiyarlayınca arkadaşların ölmeye başlıyor! COVID ’de de birçok arkadaşımızı kaybettik.”