Faruk ŞÜYÜN
Ahşap yazı masasının üzerini kaplayan camdaki çiçek desenleri gözümü alıyor. Onun dünyasını mı anlatıyorlar acaba? Yaklaşık dört yıldır üzerinde çalıştığı yeni romanı ‘Belki de Dünyanın Sonundayım’ın büyük bölümü bu masada yazılmış. Aslında iki farklı mekânda çalışıyor. Burası, ailesiyle birlikte kaldığı evdeki odası, bir de çalışma evi varmış. “Orası, kapanıp çalıştığım bir yer. Masamın üzeri bomboştur, yazıya yoğunlaştığım zamanlar, dikkatimi dağıtacak şeyleri üzerinde bırakmam” diyor.
Yeni kitap, Everest Yayınları’ndan bu ay içinde çıkacakmış. Konusu ile ilgili ipuçları verirken şöyle anlatıyor:
“Batman’daki bir dağ köyünde büyüdüm. Meydanında devasa bir dut ağacı vardı. Dut tutmazdı, o nedenle ‘sihirli’ derlerdi. Sadece gölgesi olan güzel bir ağaçtı. Köyün kahvesi gibiydi altı. Orada oturur, haber kanallarına güven az olduğu için BBC Türkçe’yi çok dinlerdik. O çocukluğumdan kalan alışkanlık, neler olup bittiğini anlama, haber izleme merakım bugün de sürüyor. Sorarsanız 90’lardan bugüne kadar siyaset dünyasındaki isimleri, olayları tek tek söyleyebilirim. Haberlerde genellikle iktidarla muhalefet arasındaki kavgalar, çekişmeler anlatılır. Oysa onlar beni çok ilgilendirmezdi. İktidarın ve muhalefetin kendi içindeki kavga ve çekişmeleri ilgimi çekerdi. Bu romanı da geçmişteki bir olay üzerine anlatıyorum; Sultan ölünce yerine geçmek isteyen şehzadelerin kendi aralarındaki savaşını yazdım. Geçmişle şimdiyi buluşturmaya çalışıyorum.”
Yavuz Ekinci’nin kitaplarında yazdıkları modern masallar gibi. O, bir hikâye anlatıcısı… Doğup büyüdüğü, çocukluğunun geçtiği köyde sözlü edebiyatın son altın çağına tanık olmuş. Bugün bu geleneği, belleğindekilerden harmanladıklarını defterlere yazarak sürdürüyor. “Romanlarımın ilk aşamalarını elle yazıyorum” diyor “Harita metod defterleri gibi büyük defterler kullanıyorum. Yedi defterim oluyor; romana başladığımda önce birinci deftere yazıyorum, kabası çıkmaya başlıyor. Ondan ikinciye, üçüncüye defalarca defterden deftere aktarıyorum. En son bilgisayarda yazmaya başlıyorum.”
23-24 yıldır yazdığı bütün defterleri sakladığını, sandıklar dolusu defterleri bulunduğunu öğreniyorum. Özel bir kalem tutkusu yok Bir kalem yazıyorsa onun için yeterli. Yedi deftere yeniden yeniden yazmak büyük sabır, diye düşünüyorum. Hele bilgisayarların kolaylık sağladığı bir dünyada:
“Çok çok sabırlı bir yanım var. Deftere yazdığım zaman bütün bedenimle, ruhumla çok daha konsantre oluyorum. Yazarken keyif alıyorum. Bugüne kadar bir yere bir şey yetiştireyim diye çalışmadım.”
Her sabah beş ile altı arasında saat kurmadan uyanıyor, bir gününü anlatırken şunları söylüyor:
“Teraslı evlerde oturmayı tercih etmişimdir. Günün yavaş yavaş aydınlanması seyreder, sabahın sessizliğinin yerini kuş seslerine bırakmasını beklerim. Bir süre terastaki çiçeklerimin bakımıyla uğraşır, sonra yazmaya otururum. 11-12’ye bazen 1’e 2’ye kadar yedi sekiz saat çalışırım. Öğleden sonra ve akşamları nadiren bir şey yazarım, okuma ve sosyalleşme saatlerimdir.”
Bir öykü, bir roman nasıl oluşuyor?
“Başlamadan önce farklı fikirler gelir aklıma, onların heyecanıyla birkaç deftere yazabilirim, ancak birkaç gün içinde sadece biri ön plana çıkar. Ağaçlar kesildikten sonra her tarafından filizler çıkmaya başlar ve o filizlerden en verimli olanı seçersiniz ya, onun gibi. Ben de diğerlerini keserim.”
Romanın gerektirdiği kadar sürer bitmesi, ne kadar zaman alırsa alsın onun için önemli değildir. “Zaten bir süre sonra kitabın içinde yaşamaya başlıyorsun” diye anlatıyor duygularını. Gelelim masanın üzerindeki objelere. Dört objeden birisi bir savaşçı:
“Onu Roma’dan almıştım, bir Aşil yorumu. Döne döne okuduğum metinlerden birisi, Homeros’un İlyada’sıdır. İlyada’daki diğer kahramanların da heykelleri vardı, onlar Batman’daki evde kaldılar.”
Kendisinden önce yazılmış bütün metinlerin varisi olduğunu düşünüyor Yavuz Ekinci. Eserlerini binlerce yıl önce taşa, kil tabletlere yazmış yazarlara dayandırıyor. Onların mirasçısı olduğunu söylüyor:
“22-23 yaşlarında Gılgameş’i okudum. O gün bugündür de döne döne okuduğum metinlerden biridir. Köküm nedir, hangi yazarların devamıyım diye düşündüm. Yatay ilerlemekten çok derinliğe inmeyi seven biriyim. Bir kavramın üzerine derinlemesine düşünürüm. Mezopotamya’daki tabletlerden tutun o dönemin efsanelerine kadar çok kapsamlı bir okuma yaptım. Yazarlık akrabalığımı onlarla bağdaştırdım. Aynı topraklar üzerinde şekillendik, aynı dağa, gökyüzüne baktık, aynı nehri gördük. Bu nedenle İran’daki anlatılar da ilgimi çekmiştir. Masanın üzerindeki Persepolis yazan heykel de oradaki sanata duyduğum ilginin bir anımsatıcısı.”
Zaten birçok kitabında bu masal ve efsanelerin izleri bulunuyor. Ya semazen?
“Mesnevi’nin bütün çevirileri bende vardır. Mevlânâ anlatısı çok hoşuma gider, o da sürekli okuduğum metinlerden birisidir. O heykelciği (beş altı tane daha var) bu nedenle aldım.”
Ve at heykeli duruyor. Aklıma bir atın öyküsünün anlatıldığı kitabı geliyor:
“Bir şeye âşık olmak istersem olabileceğim, attır. Masadaki, kader atıdır. Masallarla büyüdüğümü söyledim. Benim ailemin de atları vardı. Doğduğum köyün etrafındaki dağlarda yabani atlar dolaşırdı. ‘Günün Birinde’ romanımda Ravân diye bir at vardır; bu ve benzeri altı yedi at heykelini onu yazdığım dönemde almıştım.”