Aslı BARIŞ
“11 yaşımdan beri yazar olmak istedim… Her zaman kökleri olmayan, sürgün biriydim…” diyorsunuz bir söyleşinizde. 11 yaşında ve kendisini ‘sürgün’ olarak tanımlayan bir çocuk, neden yazar olmak ister? Gerçeklerden kaçmak için mi?
Evet, köklerinden kopmuş biriydim… Çünkü İspanya İç savaşından sonra 1950-1960 yıllarda birçok aile gibi benim ailem de İspanya’nın güneyinde ait oldukları köyü terk edip Kuzey’e göç etmek durumunda kaldı. Modern İspanya bu şekilde kuruldu diyebiliriz. Güney’deki fakir halk, Kuzey’e göç etti. Ben de bunun bir parçası oldum. Sanırım köklerimden kopmak zorunda bırakıldığım için yazar olmayı seçtim. Edebiyat benim için İtalyan yazar Cesare Pavese’nin de söylediği gibi, ‘hayatın zorlukları karşısında kendini savunma biçimi, gerçeğin saldırıları karşısında bir çıkış yolu’ydu. Mutlu insanlar genelde kendilerini yazmaya adamazlar. Yazıyoruz çünkü iyi hissetmiyoruz, içinde bulunduğumuz gerçek bizi mutlu etmiyor. Yeni gerçekler, yeni hayatlar kurguluyoruz. Daha çok yaşamak, farklı şekillerde yaşamak istiyoruz.
Çoğu eserinizde diktatör Franco dönemine götürüyorsunuz bizi. Hatta ‘Karanlıklar Hükümdarı’ ailenizin tavırlarını ve yaklaşımlarını anlatıyor. Geçmişle yüzleşmek neden sizin için bu kadar önemli?
Çünkü geçmiş henüz geçmiş değil, şimdinin bir uzantısı aslında. Geçmişi anlamamak şimdiyi anlamamak demek. Sanırım benin kitaplarım bir noktadan sonra bugünün diktasıyla, buyurganlığıyla mücadele ediyor. Biz bugünün sadece şimdiden ibaret olduğunu varsayıyoruz; ancak bu çok yanlış. Kitaplarımın çoğu geçmişi bugüne taşımayı, geçmişin bugüne etkilerini göstermeyi amaçlıyor. Bunu anlamamız çok önemli çünkü. İspanya’nın şimdisi ne bugün, ne dün ne de 1938’de demokrasiye geçişiyle başladı; bilakis İspanya İç Savaşı’yla başladı. Avrupa’nın şimdisi de ne bugün ne de 2008 yılındaki büyük ekonomik kriziyle değil, aksine İkinci Dünya Savaşı’yla başladı. Geçmişin doğurduğu sonuçlar hala bizlerle, aramızda yaşıyor, belleğimize kazınıyor. Bizlerle yaşadığı sürece geçmiş geçmiş sayılamaz…
'Sahtekâr’ romanınızda Enric Marco vakasına referans verelim. İnsanlar işlerine gelmediği noktalarda yeni, sahte bir geçmiş uydurabiliyor. Sizce şu an geçmişi manipüle etmek eskisi kadar kolay mı? Yoksa aynı sistem devam mı ediyor?
Sanıyorum ki evet. Sizin de söylediğiniz nedenlerden ötürü bugün için biraz daha zor olabilir çünkü internet ve dijital ağlar sayesinde bilgiye daha hızlı ve kolay erişim sağlayabiliyoruz. Ama geçmişi değiştirme arzusu ve onun cazibesi hep vardı ve var olacak... Güç ve onu elinde bulunduranlar bugünü ve geleceği kontrol etmek için geçmişi de kontrolü altına alması gerektiğini çok iyi biliyor. Bu gücün ne tür bir güç olduğunun önemi yok. Acımasız ya da noksan olsa bile her güç içgüdüsel olarak şimdinin ve geleceğin iplerini elinde tutabilmek için kurgulanmış bir geçmiş inşa etmesi gerektiğinin farkında... Demokratik bir düzende vatandaşların, özellikle de yazarların görevi, geçmişi manipüle etmeye çalışan bu anlayışla, bu güç yanılsamasıyla mücadele etmeleri. Her güç ne yazık ki bunu yapıyor. Otoriter olanlar buna daha çok başvuruyor. Bu belki bugün daha zor ama yapılıyor, yapılmaya devam ediliyor. Öte yandan ne yazık ki insanoğlu gerçekler rahatsız edici olduğunda onlarla yüzleşmekten kaçmayı seçiyor. ‘Sahtekâr’ adlı kitabımdaki Enric Marco karakteri birey ya da toplum olarak geçmiş hakkında kendimizi nasıl kandırdığımızın abartılı, şişirilmiş ancak mükemmel bir örneği. Gerçekle yüzleşmek zor olduğunda durmaksızın yalanlar icat ediyor ve çoğu zaman bu yalanlara inanıp kendimizi kaptırıveriyoruz. Yalanlar, yalanlar… Durmaksızın yalanlar söylüyoruz. Korkunç. Angelo, İncil’de şöyle der: “Gerçek özgürleştirir.” Yalan, köleler yaratır demek istiyor. Gücün temel aracı yalandır. Bizim yaptığımızsa saçma bir şekilde bu yalanlara katkıda bulunmak.
Türkiye zaten Avrupa’da
Ukrayna’daki gelişmeler, Avrupa’da ya da dünyada yeni bir savaşı getirir mi?
Bu sorunun yanıtını inanın ben de bilmiyorum. Avrupa’yı da kapsayan bir savaşı kışkırtır mı inanın hiç bir fikrim yok. Kim bilebilir ki? Umarım böyle bir şey yaşanmaz. Benim için Ukrayna savaşı, Batıda gittikçe yaygınlaşan liberal demokrasi ile milliyetçi popülizm arasındaki mücadelenin ilk büyük ölçekli, savaşa bürünmüş bir tezahürü... Milliyetçi popülizm ise 2008 büyük ekonomik krizini takiben ortaya çıkmış, 2008 ekonomik krizinin pekiştirip meydana getirdiği bir sonuç. 2008 yılı krizi çok büyük bir krizdi. Büyüklüğü ve sonrasında beraberinde getirdikleri bakımından ancak 1929 ile karşılaştırılabilirdi. Ekonomistler de dahil olmak üzere herkes bu konuda hem fikir. 1929’daki Dünya Ekonomik Bunalımı öncelikle Avrupa’da olmak üzere tüm Batı’da faşizmin, totelitarizmin, komünizmin yayılışını tetiklemiştir. Daha sonra iyice yayılmasını sağlamış ve İkinci Dünya Savaşı’nda son bulmuştur. İkinci Dünya Savaşı demokrasilerin faşizme karşı açtığı bir savaştır. 2008 Ekonomik Krizi ise beraberinde milliyetçi popülizmi getirmiştir. İkisi farklı şeyler olsalar da ortak unsurlara sahipler. İlk olarak milliyetçilik. Milliyetçi popülizm, faşizmle aynı şey değil ancak onun değişip dönümüş hali. Bunun en görünen royüzü Donald Trump iktidarı. Ne Brexit gibi ne de İtalya’daki Salvini ne de Katalan ayrımcılığı gibi... Her biri kendi içinde farklı unsurlara sahip olsalar da ortak bir amaca hizmet ediyorlar. Miliyetçi popülarizm ile Faşizm arasındaki en büyük fark, popülarizmin şiddete başvurmaması. Lakin milliyetçi popülizmin daha sinsi bir tarafı var. Demokrisi adına demokrasiyi yok etmesi. Bu savaş nasıl sona erer inanın bilmiyorum, her şey olabilir. Umarım başka sıkıntılara mahal vermeden bir an önce son bulur.
Farklı coğrafyalarda da mücadeleler sürüyor. Örneğin İran’da… Yeni dünya düzeni hakkında öngörüleriniz nelerdir?
Bilmiyorum. Ben sadece bir yazarım. Bu konuda öngörüm yok. Ancak bariz şeylerin olduğu da bir gerçek. Çağımızın en büyük mücadelesi, az önce de bahsetmiş olduğumuz milliyetçi popülizm. Tıpkı 1930’lu yıllarda olduğu gibi. Demokrasi her zaman tehdit altında. Her yerde bu böyle. Çok kırılgan. Çok güçlü ama çok hassas. Bunun örneklerini en büyük, en eski demokrasilerde dahi gördük. Bir kez bile hafife aldığında, tehlikeye atmış oluyorsun. Koruyup kollamak için her gün durmaksızın çalışmak, çaba harcamak gerek. Bob Dylan’ın da söylediği üzere “Doğmakla meşgul olmayan, ölmekle meşguldür.” Demokrasi de aynı şekilde. Statik değil, dinamik bir kavram. O yüzden de hassas ve kırılgan. Şimdilerde dünyanın iki güçlü lider arasında bölündüğüne şahit oluyoruz. Bir ABD diğeri işe Çin. Bunun görünen yüzü Putin olsa da arkasında Çin gibi çok büyük bir güç var. Güçler çatışması. Milliyetçi popülizm kendi antidemokratik olarak değil demokrasi destekçisi olarak sunuyor. Hem Rusya hem Çin gerçek demokrasinin kendi ülkelerinde olduğunu ileri sürüyor. Çünkü demokrasinin çok büyük bir prestiji vardır. Liderler demokrasinin karşısında olmamaları gerektiğini çok iyi anladılar. Ben Avrupa’dan yana umutluyum. “Avrupa’nın sporu futbol değil savaştır.” demişliğim var. Çünkü biz bin yıl boyunca manidurmaksızın birbirimizi öldürdük. Savaşların sonu bir türlü gelmiyordu. Bu savaşlara son veren, tüm Avrupa’nın el ele verip kurduğu AB oldu. Milliyetçilik kavramı da böylece ortadan kaldırılmış oldu. AB her zaman milliyetçi popülizmin karşısında durdu. Açıkçası Avrupa’nın bu durumda galip çıkmasını isterim. Avrupa diyorum çünkü bana göre Türkiye de Avrupa. Umarım Türkiye’de bir gün AB üyesi olur. Ben çok mutlu olurum.
Aynı yolu tekrar yürüyemezdim
Biraz polisiyeden bahsedelim. Böyle bir yöne gitmeyi neden tercih ettiniz?
Karışık. Borges hepimizin bildiği büyük bir usta ve benim çok saygı duyduğum usta bir yazar. Borges tüm romanların polisiye olduğunu söyler. Ben de kendisiyle tamamen aynı fikirdeyim. En azından kendi kitaplarımın tamanının öyle olduğunu söyleyebilirim. Çünkü tüm romanlarımda bir bilmece, enigma, bir kör nokta var ve herhangi biri bu bilmeceyi, muammayı deşifre etmeye çalışıyor. Roman böyle bir şey aslında o yüzden de romanlar benim için önemli edebi eserler. Polisiye roolanmanın olmazsa olmazı o kör nokta. Aynı konu üzerine yazdığım bir kitabım var ki dün kitaplarımı Türkçe’ye çevirinlerden biri olan Süleyman Doğru’ya da okuması için aynı kitabı önerdim. Oxford Üniversitesi’nde verdiğim konferanslardan derlediğim, bilmecenin, söz konusu enigmanın neden bunca önemli olduğunu göstermeye çalıştığım ‘Punto Ciego/ Kör Nokta’ adlı bir deneme kitabı. Uzun uzadıya bir kitap değil zaten. Bununla birlikte, ‘Karanlıkların Hükümdarı’ adlı romanımı yazmayı bitirdikten sonra, benim için son derece önemli, ailemi de konu olan ve hep yazmak istediğim çok bir kitaptı, bir dönemi geride bıraktığımı hissettim. Aynı yolu yürümeye devam edemezdim. Aynı yolda devam etmiş olsam bir yazar için belki de çok tehlikeli olabilecek bir risk almış olurdum. Kendini tekrar eden, kendi kendinin taklitçisi bir yazar, artık bitmiş bir yazar bana göre. Bence kendini yinelemeye başlayan bir yazar, artık yazmayı bırakması gereken yazar. O nedenle sonraki kitaplarımda başka bir ben keşfetmeye, içinde varolup olmadığını bilmediğim yeni şeyler bulmaya, yeni bir yol edinmeye ihtiyacım vardı. Başka ülkelerde değil ama özellikle İspanya’da polisiye romanı küçük gören bir kitle var. Fransız bir gazeteci popüler olmak için mi polisiye romanlar yazdığımı sorduğunu hatırlıyorum bir keresinde. Ancak benim hiçbir zaman popüler kitaplar ortaya koymak gibi bir derdim olmadı. Bana göre polisiyeyi küçük gören edebiyatın ne olduğunu bilmiyor.
Terra Alta’nın Planeta Prize ödülü alması ve serinin bu kadar popüler olması size ne hissettirdi? Serinin televizyon dizisi haline gelmesi de gündemde öyle değil mi?
Evet, doğru. ‘Bir Anın Anatomisi’ adlı roman içinde bir dizi uyarlaması yapılmak isteniyor ama hangisi seyirciyle daha erken buluşur bilemiyorum. Bu tür projeler olduğu doğru. Beni çok mutlu ediyor. Planeta ödülü İspanyolca dilinde yazılmış eserlere verilen popüler bir ödül. Farklı dillerde yazılmış eserler değerlendirmeye alınmıyor. Ne diyebilirim ki? Beni çok mutlu ettiği kesin. Sadece popüler olanın da iyi bir edebiyat olduğunu ileri sürmek bence aptalca. Popüler olması gereken edebiyatın ta kendisi, ben bundan yanayım. Edebiyatın başına gelebilecek en iyi şey tekrar yaygınlaşmaya başlaması, popülerleşmesi, insanların onu tekrar önemli bir yere koyması, insanların hayatında bir fark yaratabilmesi, bugüne dair birşeyler söyleyebilmesi olur. Lakin bu şüphesiz mezarlıklardan çıkmasıyla mümkün olabilir. O nedenle kitaplarımın tanınması, bilinmesi ve okunması beni çok mutlu ediyor. Öte yandan edebiyatın en önemli unsuru okurdur, okuyucusu olmayan edebiyat varolamaz. Herhangi bir kitap okuyucusu olmadan ölü harfler topluluğudur. Bir kitabın sahip olabileceğini en iyi , en güzel şey kitlelerce okunması, farklı hayatlara dokunması. Kim bunun aksini söyleyebilir ki? Aksini söyleyen yalan söyler. Ben Cervantes’in neredeyse tüm eserlerini okudum. Sheakspere’in hakkında çok az şey bildiğimiz bir edebiyatçı olduğu halde onun da çoğu eserini okudum. Ne Cervantes’in ne de Sheakspere’in popüler olmaktan, çok fazla okunuyor olmaktan şikayet ettiğine hiçbir yerde rastlamadım.