Faruk ŞÜYÜN
Bu hafta Yazar Masaları’nda evine konuk olduğum İsmail Güzelsoy’a ilk sorum neredeyse baş köşeye yerleştirilmiş udu hakkında. “Avucumda Rüzgâr Var” için dört yıl ud çalıştığını söyleyerek başlıyor anlatmaya ve devam ediyor:
“Ana karakterin ud eğitiminin geçtiği aşamaları deneyimlemek, onun yaşadığı duyguyu edinmek için en kestirme yol bu gibiydi. Pek çok şeyi sorup soruşturarak, okuyarak öğrenebilirsiniz ama müzik farklı. Müzik bir sanat olduğu ölçüde içsel bir yolculuk aynı zamanda. Bir yanıyla bu dünyaya ait ama bir yandan da zamanın ve fiziğin ötesinde bir evren. Bir tür kuantum gerçeklik, diyebiliriz. Bir oluş halinin içinde başka bir oluş hali… Müzik bir sanat olmanın çok ötesinde. Kimin söylediğini hatırlamıyorum ama bir düşünür şöyle demiş: ‘Bütün sanatlar müziği taklit eder.’ Bence bu tanım çok isabetli. Çalışmam süresince giderek daha çok ikna oldum buna.”
Mesleği olmamasına rağmen dört yıl boyunca ud çalışmak! Büyük sebat, istikrar. Sanki kitapları da hep istikrarlı çalışmasının ürünleri:
“Hani bir Çin deyişi vardır ya, taşı delen suyun gücü değil istikrarıdır. Buna bütün kalbimle inanıyorum. Bir proje çıkardığımda bazen bir yılgınlık geliyor, size de olur tahmin ediyorum. O zaman hemen küçük parçalara bölüyorum o projeyi. Bence işin sırrı bu. Bir seferde büyük işlerle boğuşmak yerine, yükümüzü günlere, aylara yayabilmek. Bir akış şemasını çıkardıktan sonra hemen bunun programını yapıyorum. Şu hafta bunu yazarım, önümüzdeki ay…
Ama programımın her aşaması esneyebilir, hasta olma, aylaklık yapma haklarımı her zaman saklı tutuyorum. Kendime karşı katı olmamayı öğrendim zaman içinde. Bu dünyadaki herkese karşı hoşgörülü hatta şefkatli olmamız gerekiyor ya, o herkesin içinde kendimiz de varız.”
Yazı masası kendi tasarımı “Küçük ve gereksiz nesnelerin ‘bekleme yaptığı’ bir alan olmasın istedim. Okul sırası gibi ve ayrıca tekerlekli. Hatta koltuğa da tekerlek taktım. Belki de evde çok zaman geçirdiğim için bir tür hareketlilik duygusu yaratma ihtiyacı, çok net açıklayabileceğimi sanmıyorum. Hareketli mobilyalar hoşuma gidiyor. Çocuksu bir şey galiba” diyor.
Masadaki kırmızı ‘Bakkal Defteri’ dikkatimi çekiyor. Defterlere çok kısa notlar aldığını öğreniyorum. Kendisini beş kelimeyle sınırlamış:
“Bunu yapmazsam, uzun notları üşenip okumadığımı fark ettim. Zaten birkaç kelimeyle alınan notlar bütün bir düşünce zincirini harekete geçirmeye yetiyor, gerisi laf kalabalığı oluyor. Bir tür şifreleme.”

Masada iki bilgisayar ekranı var:
“Artık notlarımı da dijital ortama aktarıyorum. Çift ekranla çalışmayı tercih ediyorum. Bir ekranda notlarım ve çerçeve metinler duruyor, ikinci ekranda yazıyorum. Küçük ekranı ‘nota sehpası’ olarak görebilirsiniz.”
Ve kulaklık. Son romanıyla birlikte müziğe bakışı değişti mi?
“O süre müzikle ilişkimi yeniden biçimlendirdi. Bir dönüşüm yaşadım bir bakıma. Olgunluk çağında hiç beklemediğim bir etki yaptı bu süreç. İnsan belli bir yaşa geldiği zaman artık müzikle, edebiyatla, hatta meyvelerle, sebzelerle ilişkisini daha net kurar, değil mi? Müzik bu anlamda büyük bir şaşkınlık yarattı bende.”
Bir keşif mi?
“Bir keşif… Hayatım boyunca müzik dinlemediğimi, sadece ‘işittiğimi’ keşfettim bu süreçte. Bir yanıyla heyecan verici bir şey bu ama bir yanıyla da hüzünlü. Hayatıma yön verebilecek, lezzet katabilecek muazzam tınılardan mahrum kalmış olmanın verdiği bir hüzün bu. Müziği bir coğrafya gibi görmek, onun içinde gezinmek, orada uyuyup uyanmak mümkünmüş meğer. Bunları evvelce söyleseniz muhtemelen sulu bir şaka yapar geçerdim ama şimdi müziğin bir ‘yurt’ olduğunu anlıyorum.”
Ud mızrapları masanın üzerinde. Roman bitse de ud sevgisinin hâlâ sürdüğünü hissediyorum. Masada İsmail Talınlı’nın okullar için yazdığı Daktilografi kitabı ve yanında siyah ciltli bir diğeri duruyor. Niçin oradalar?
“Yeni romanım için F klavyenin macerasını inceliyorum. Muhtemelen iki roman sonranın hikâyesi olacak bu ama şimdiden ön hazırlıklarımı yapıyorum. Siyah ciltli kitap, Sadi’nin Bostan’ı… Ortaokul yıllarından beri bendedir. Her zaman yanımda, yöremde olmuştur. Hayatımdaki en eski ‘şey’dir. Bunaldığım zaman rastgele bir bölüm okurum.”
Nacar kol saati beni çocukluk anılarıma götürüyor ya İsmail Güzelsoy’u?
“Teyzemin üç oğlu, ben ve abim birlikte sünnet olmuştuk. Her çocuk gibi sünnet olmak beni korkutuyordu. Teyzem fark etti, beni hediyelerin olduğu odanın önüne getirdi, kapıyı araladı. Dört tane Nacar saat görünce heyecandan soluk almayı unutmuştum. Ama tuhaf bir şey oldu. Saatleri alan akrabamız herkese taktı ama ben yoktum aralarında. Bugün bile buna anlam veremem, neden beş çocuğun dördüne saat hediye edilir, biri dışarıda bırakılır ve…”
Bu saat onlardan biri değil yani.
“Seneler önce satın aldım. Masamda durur ve o ânı hatırlatır. Kimseye haksızlık yapmamak, kimseyi incitmemek gerektiğini, böyle bir ihmalin, dışlanmışlığın açtığı yaranın hiçbir zaman kabuklanmayacağını fısıldar. Sadi der ki, ‘Kendi incinmiştir, seni de incitir.’ Bu saat tam tersini söyler bana. İncinmeyi gerçekten bilen biri özenli olmayı öğrenir. İntikam arzusu ve öfke, henüz ham olduğumuzun işaretleridir sadece.”
Masadaki kalemle bitirelim söyleşimizi:
“Bir kalem… Her romandan sonra kendime bir hediye alırım. Bu da Kıpırdamıyoruz için kendime yaptığım sürpriz.”