Öykünün bütünü değil ama öyküye ait bir parça olduğunu hissettiren bir görüntü, bir ses, bir koku ya da bir müzik parçasıyla başlıyor her şey… Ardından da nerede biteceği bilinmeyen bir yolculuk başlıyor Cemil Kavukçu için, öykülerini kaleme alırken. Bu yolculukta da çoğunlukla yol arkadaşları insanlar…
Kavukçu, Can Yayınları etiketiyle çıkan son öykü kitabı Karanlığın Rengi’nde de bugünün dünyasını ve bugünün insanını anlatıyor. Hayata bambaşka bir perspektiften bakan, yorulan ve usanan insanları… Bu nedenle de tanıdık bir dünyaya davet ediyor okuru.
Peki, bunu nasıl mı yapıyor? Kavukçu’dan dinleyelim…
Yeni öykü kitabınız ‘Karanlığın Rengi’ okurla buluştu. Yine derinlemesine insan öyküleri var elbette kitapta ama yine de sizden dinlemek isterim. Ne bekliyor okuru yeni kitabınızda?
Yazdığım, yazarken içime sininceye dek dönüp dönüp okuduğum öykülerle yolculuğum dosyayı yayınevine gönderdiğim an bitiyor ve kitabın kendi yolculuğu başlıyor. Her okuyan benim hayal ettiğim kişi ve mekânları başka başka tasarlayacaktır kuşkusuz. Bunu bilemeyeceğim gibi nasıl bir beklentiyle okumaya başladıklarını ve bitirdiklerini de ne düşündüklerini de bilemeyeceğim. Sonuçta okura bir şey iletmek değil, duygu ve düşüncelerimi paylaşmak, anlatmak yerine yazarken hayal ettiklerimi göstermek istiyorum.
Biraz geçmişe dönersek… Küçükken iyi bir roman okuru olduğunuzu biliyoruz. İyi roman okurunun iyi bir öykü yazarına dönüşmesi nasıl oldu peki?
Gençlik yıllarımda roman okuruydum çünkü bir bütünün içinde yer almak, bir karakterle yakınlık kurduktan sonra kurguya dahil olmak ilgimi çekiyordu. Öyküde böyle bir bütünlük göremediğim için bir öykü kişisiyle de empati kuramıyordum. Yazar bir yerde kestiği, sonrasında olup bitecekleri anlatmadığı için kızıyordum; sanki gücü o kadarına yetiyormuş gibi geliyordu. Henüz öyküyü tanımadığım, parçadan bütüne gidilebileceğini bilmediğim yıllardı. Bir gün, Sait Faik’in ‘Bir Bahçe’ öyküsünü okuduğumda önümde bir kapı açıldı ve hakkında hiçbir şey bilmediğim büyülü bir bahçede buldum kendimi. Deniz gibiydi, derine indikçe yüzeyde olandan çok farklı bir dünya çıkıyordu karşıma. Öyküyü küçümseyip okumamakla ne büyük hata yaptığımı o zaman anladım. Öykünün nasıl okunması gerektiğini bilmediğim için sevememiştim. Bu da farkında olmadan birlikte yaşadığımız içimdeki öykücüyle tanışmamı sağladı. İlk öykümün yayımlanmasından bu yana kırk dört yıl geçti ama öykü bende gizemini hâlâ koruyor.
Öykülerinizde çok göze batmayan, öne çıkmayan insanları derinlemesine anlatıyorsunuz. Karakterler gerçek olmasa bile bir yerlerde olan insanlar ya da yaşamlar… İnsanları bu kadar iyi anlamaya çalışmak ya da anlamak diyelim yorucu olmuyor mu?
Eğer yaşananlara, insanlara, hatta tüm canlılara öykü malzemesi olarak baksaydım sanırım yorucu olurdu.
Bir söyleşinizde, “Ben bir öyküyü yazarken önce görüyorum” diyorsunuz. Yani gördüklerinizi de yazıyorsunuz. Ama yazdıklarınızı görünür kılmayı sağlamak zor olsa gerek. Nasıl başarıyorsunuz bunu?
Yazdıklarımı görünür kılmakta bana ayrıntılar yardımcı oluyor. En göze batmayacak bir ayrıntıyı bile yerinde kullandığınızda okurun benzer bir deneyimini tetikliyor ve çizdiğiniz sahneyi görünür kılabilmesi için ona bir malzeme veriyorsunuz. Ama bunu yapabilmeniz için sizin yazmadan önce her şeyi en ince ayrıntısına kadar görebilmeniz gerekiyor.
Küçüklere seslenmek daha zor
Kafanızda beliren bir kurgunun üzerine eklemeler yaparak, onu geliştirerek bir roman yazabilirsiniz. Fakat öykü çok farklı. Bir öykünün doğuşu nasıl oluyor? Cebinde küçük not defterleriyle dolaşan yazarlarımızdan mısınız? Küçük notlar mı dönüyor o güzel öykülere?
Öykünün bütünü değil de öyküye ait bir parça olduğunu hissettiren bir görüntü, bir ses, bir koku ya da bir müzik parçasıyla başlıyor nerede sonuçlanacağını bilmediğim bu yolculuk. Tetikleyen parçacığın bir öyküye ait olduğunu biliyorum ama neresinde yer alacağını, hangi parçalarla birleşeceğini o anda bilmiyorum. Unutmamak için de onu yazıyorum. Daha sonra küçük notlarımı okurken bir araya gelen parçacıklar oluyor ve bir kartopu gibi büyümeye başlıyor. Yolculuklar dışında yanımda not defteri olmuyor.
Çalışma rutinleriniz var mıdır? Her gün mutlaka yazar mısınız? Yoksa ilham perilerinin gelmesi mi gerekir mutlaka?
Bir çalışma rutinim olmadığı gibi her gün yazma disiplinim de yok. Kendini yazdıracak olan ne zaman kapımı çalarsa o zaman yazıyorum, bunlar da genellikle birkaç satırı geçmiyor. Ama her seferinde yazdıklarımı baştan okuyorum ve mutlaka araya yeni bir şeyler girerken bazı parçalar da çıkıyor. Bu yolculuğun nerede ve nasıl sonuçlanacağını da bilmiyorum. Benim için öykü yazmanın en keyifli yanı da bu.
Çocuk kitapları da yazıyorsunuz ki o apayrı bir dünya… Hangisi daha çok zorluyor sizi. Küçüklere mi büyüklere mi seslenmek…
Küçüklere seslenmek daha zor. Yazarken kendimi bir çocuk okur yerine koymam gerekiyor ve böyle bir hikâyenin neresini severim ya da sıkılıp okumam diye düşünüyorum.
Yazıdan önce çizim vardı hayatınızda diye biliyorum. Şu an bambaşka bir kariyeriniz var ama ara ara resim yapıyor musunuz?
Hayır, yapmıyorum. Resmi küstürdüm galiba. Yazmak da resim yapmak gibi aslında, fırçanın yerini kalem, boyaların yerini sözcükler alıyor. Çünkü yazdıklarımı görüyorum; o mekânların ve kişilerin arasında ben de oluyorum.
Son dönemlerde sizi çok etkileyen bir kitap var mı?
Kolombiyalı Jose Gabriel Vasquez’i ‘Çarpıtma Sanatı’ başlıklı deneme kitabıyla tanıdım ve ardından dilimize çevrilmiş romanlarını okudum. Son dönemlerde etkilendiğim yazarlardan biri Vasquez.
