Gülseren ÜST POLAT
Türkiye’nin ilk kadın arkeoloğu olan Prof. Dr. Jale İnan’ın mücadele ve başarı dolu hayatını ele alan bir kitap yazdınız. Jale İnan’ın hayatında neydi sizi etkileyen ve hayatını anlatmaya değer kılan?
Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşamış, hayata ve memlekete değer katmış insanların hayatlarına büyük ilgi duyuyorum. Zaten günümüzde başımıza ne geliyorsa toplumun bu insanları tanımamasından kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Jale İnan, Türkiye’nin ilk kadın arkeoloğu. Kadının henüz toplumsal statüsünün belli bile olmadığı yıllarda duruşu, cesareti ve çalışma azmi ile cinsiyet gözetmeksizin herkese ilham olabilecek bir karakter. II. Dünya Savaşı başladığında tüm Türk öğrenciler geri dönerken o, Ankara’ya gitti ve bir dilekçeyle tüm sorumluluğu ailesinden habersiz üzerine alarak meslekî eğitimini tamamlamak üzere savaşın göbeğine, Almanya’ya geri döndü. Berlin bombalanırken gece boyu sığınaklarda ders çalıştı. Sadece öğrenciler için değil, üniversite hocaları için bile örnek teşkil etti. Hayatı boyunca bir kadının erkeklerle aynı işleri yapabileceğini, en az onlar kadar ve hatta onlardan daha başarılı olabileceğini kanıtlamak için çalıştı ve bunu başardı. Amacına ulaşırken eşi Mustafa İnan’ın da yanında olmayı ve anneliği asla ihmal etmedi. Savaş sırasında Alman Arkeoloji Enstitüleri dünyanın her yerinde yıkıma ve yağmaya uğradı. Bir ülke hariç, Türkiye… Çünkü Jale İnan’ın Alman hocası savaş sebebiyle İstanbul’u terk ederken enstitüyü Jale Hanım’a emanet etmişti. Geri döndüğünde de bir kalem bile eksik olmadığını gördü. Jale Hanım, topluma ve kadına pek çok konuda örnek oldu. Kazılarda gezdiği köylerdeki kadınlarla uzun sohbetler ederdi. İmparatorluktan yeni çıkmış, ümmet olmaktan çıkıp ulus olmaya çalışan, erkek egemen bir toplumda Cumhuriyet kadını olabilmek… İşte bütün mesele bu.
“Jale İnan-Bir Bilim Kadınının Romanı”, okuyanlara mutlaka ilham olacaktır ama gelecek nesillere örnek olması yanında bu kitap bir anlamda Jale İnan’ın hakkını teslim etmek için de kaleme alındı diyebilir miyiz?
Jale İnan hakkını bu dünyadayken fazlasıyla almıştı zaten. Ona hakkı memleketi hariç dünyanın her ülkesinde hayattayken teslim edildi zaten. Daha önce de belirttiğim gibi; biz ona ve onun gibi kıymetli insanlara nefes alıyorlarken kıymet vermediğimiz için bugün bu durumdayız. Ben kitabı yazarken gelecek nesilleri değil mevcut nesli hedefledim. Gelecek nesil bu nesilden daha az kitap okuyacak. Gelişen teknoloji ve toplumun sosyo-psikolojik değişimleri bunun habercisi. Benim hedefim annelerin bu kitabı okuması. Çocuklarına Jale İnan’ı onlar anlatacaklar ya da okudukları kitaplardan etkilenip kendi çocuklarına okuma alışkanlığını onlar kazandıracaklar. Kadın, içinde yaşadığı toplumun tanrısıdır. Toplumu yaratan ve ona şekil veren kadındır.
Peki, biraz süreçten söz eder misiniz? Kitabı araştırırken, yazarken nasıl bir serüven yaşadınız? Ne kadar sürdü mesela, kitabın tamamlanması?
Aslında aklımda bir Jale İnan romanı yoktu. Çok farklı bir konuda yazmayı planlıyordum. Ancak bir gün sevgili Hocam Sunay Akın beni Jale Hanım’ın oğlu Hüseyin İnan’la tanıştırınca tüm planlarımı değiştirdim. O sırada Muhsin Ertuğrul’un romanını yazıyordum. Aynı anda Jale İnan için de çalışmaya başladım. Hüseyin Bey’in anlattıkları beni ziyadesiyle heyecanlandırmıştı. Jale İnan’ın ailesine yazdığı mektuplardan başladım önce. Müthiş güzel mektuplar bulup çıkardım. Dönem zaten ilgi alanıma giren bir dönem olduğu için özellikle II. Dünya Savaşı tarihine hakim olmak çok işime yaradı açıkçası. Mektupların içinden kafamdaki kurguya uygun olanları seçtim. Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi’nde Jale İnan ile alakalı tüm dökümanların dijital hali var. Hüseyin Bey oraya erişmemi sağladı. Öğrencileriyle ve arkadaşlarıyla görüştüm. Zira anılar bir yaşam öyküsünün bana göre en kıymetli unsurları. Kitabı bitirmem yaklaşık 3 sene sürdü. Normalde bu kadar uzun sürmezdi ama aradan bir de Muhsin Ertuğrul romanı çıktı.
Prof. Dr. Mustafa İnan’ın hayatını kaleme alan Oğuz Atay’ın ardından eşi Jale İnan’ı yazmak nasıldı peki? Zorladı mı sizi?
Kendimi Oğuz Atay gibi bir ustayla kıyaslamadığım ve kimseye de kıyaslatmayacağım için zorlandım diyemem. Ben kendimi bir edebiyatçı olarak görmüyorum. Edebiyatçı olmak çok başka bir şey. Edebiyatçı olmak; Yaşar Kemal olmak demek, Orhan Kemal, olmak, Kemal Tahir olmak demek. Onların topluma anlattığı ve kattığı değerler çok farklıydı. Ben kendimi anlatılmayanı anlatan, söylenmeyeni söyleyen, tarihin tozlu raflarından bulup çıkardığı hikâyeleri iyi kurgulayıp, anlaşılır dilde hikâyeleştiren biri olarak görüyorum. Benim onların birikimine ve entelektüel seviyelerine ulaşmam çok zor, belki de imkânsız. Bu benimle değil, dönemle ve hayatla ilgili bir durum. Edebiyatçı olmak bambaşka bir şey.
Bugüne kadar kaleme aldığınız biyografilerden sizi en çok etkileyen hangisiydi?
Bu bir babaya ya da anneye “En çok hangi çocuğunu seviyorsun?” diye sormaktan farksız. Şimdiye kadar biyografik sayılabilecek dört roman yazdım. Biri Abdülhamit’in saray ressamı Fausto Zonaro’nun İstanbul’daki 20 yılını anlatan “Ateş Kırmızısı”, diğeri Vecihi Hürkuş’u anlatan “Vecihi - Kara Tehlike”, Muhsin Ertuğrul’u anlatan “Muhsin - Sahnede Işıltılı Bir İz” ve “Jale İnan - Bir Bilim Kadının Romanı”. Hepsini yazarken ayrı bir heyecan duydum ve keyif aldım. İnsanların bu kitapları okurken neler hissedeceğini, neler düşüneceğini hayal ettim hep. Hepsinden ayrı etkilendim. Birinin zekasına hayran kalırken, diğerinin yaşama tutunma inadı çok etkiledi beni. Umutsuz bir aşkın peşinden giderken tüm Anadolu yakasını yüzlerce kez resmeder mi bir insan? Ya da özgürlüğü uğruna şubat ayında Hazar Denizi’nde 6 saat yüzmeyi göze alabilir mi? Sahnede heyecandan yüzüne saplanan şişin farkına varmayan Muhsin Ertuğrul’a ne demeli? Ya da derse geç kalmamak için dişini uyuşturmadan çektiren Jale İnan’a? Şimdi ben aynı soruyu size soruyorum; sizi en çok hangisi etkiledi?
Sırada kim var peki? Kimin hayatıyla ilham olacaksınız okurlara? Ya da biyografi dışında bir kitap mı olacak sırada?
Sırada şimdilik kimse yok. Mutfak bomboş ama buzdolabım dolu. Biyografik romanın dışına çıkacağım. Kurgu ağırlıklı roman yazmayı çok özledim. Ayrıca biyografik roman yazarı etiketini kendi ellerimle alnıma yapıştırmak da istemiyorum doğrusu. Sadece bir konunun ya da dönemin yazarı olmak bana göre değil. Aklımda II. Dünya Savaşı ile alakalı bir hikâye var. Onun üzerine fikir biriktiriyorum şimdilik. Kaba kurgu bittikten sonra araştırma aşamasına geçeceğim. Hedefim kitabı 2024 yılında baskıya hazır hâle getirmek.
MUTLU OLMAK İÇİN YAŞAMALI İNSAN
2010 yılında her şeyi bırakıp yazar olmaya karar verdiniz. Geçen bu süre içinde hiç pişman oldunuz mu?
Hayır, hiç pişman olmadım. Bilakis hep iyi ki de yapmışım dedim. 2010 yılına kadar dünyanın en büyük şirketlerinden birinde yöneticiydim. Ama bu size mutluluğu getirmiyor. Mutlu olmak için yaşamalı insan. Hafta sonlarımı çalıştığım şirketten kiralayarak hiç mutlu olamadım ben. Hayallerimin peşinden koşmaya karar verdim. Çok zor bir karardı ama o kararı almayı ve uygulamayı başardım. Hayatımın en mutlu ama en zor 12 senesi geçti. Bundan sonrası da muhtemelen zor geçecek. Bu ülkede sadece yazarak para kazanmaya çalışmak bacakları olmayan birinin zıplamaya çalışması gibi. Bu sebeple de Sunay Akın’ın kurduğu 2015 yılından beri Ataşehir Belediyesi’ne bağlı olan Düştepe Oyun Müzesi’nin yöneticiliğini yapıyorum. Müzecilik ve yazarlık, birbirini tamamlayan ve birbirine çok yakışan iki sevgili misali. Ben de sevgilileri buluşturmanın verdiği eşsiz hazzın keyfini çıkartıyorum.