Faruk ŞÜYÜN
70’li yılların öncü şairlerinden birisiniz. Neredeyse 50 senedir şiir yazıyorsunuz. 1985-2012 yılları arasında kaleme aldığınız şiirlerden oluşan üç kitabınız 2018’de “Bütün Şiirleri” adıyla tek bir kitapta toplandı. Aynı tarihte “Ölümden Sonra Aşk” adlı kitabınız yayımlandı. Son şiir kitabınız 2021 yılında basılan “Büyük Atlas Küçük Canlılar” ismini taşıyor. Uğraşlarınız arasında olan şiir, çeviri, senaryo ve yönetmenlik arasındaki akrabalığı konuşabilir miyiz? Ne de olsa çeviri hariç diğer üçü imge üretmek üzerine… Bunların birbirlerine etkilerini ve sinema içinde şiirin yerini de rica edeceğim…
70’li yıllarda öncü şairlerden biri olduğumu zannetmiyorum. Az şiir yazıyordum ve politikayla haşır neşirdim. 1978’de arkadaşlarımla birlikte “Devrimci Savaşımda Sanat Emeği” dergisini çıkarmaya başladık. O dergide de şiirlerimi ön plana çıkarmamaya dikkat ettim. 1980’den sonra sinema macerası başladı. Ömer Kavur’la birlikte yazdığımız “Körebe” ve “Amansız Yol” senaryolarından sonra Atıf Yılmaz’la çalışmaya başladım. Şiir yazmayı hiç bırakmadım. Senaryonun mantığıyla şiirin mantığı arasında derin bir akrabalık olduğu inancındayım. Söz gelimi romanla film arasındaki bağlantıdan daha derin bir akrabalık bu.
“Kadının Adı Yok”, “Aaah Belinda”, “Asiye Nasıl Kurtulur”, “Adı Vasfiye” sinemalarda izlediğimiz çok sayıdaki senaryonuzdan sadece birkaçı. “Senaristlik terzilik gibidir” demiştiniz bir söyleşinizde bu sözünüzü biraz açar mısınız? Bu arada senaryoyu kendiniz yazdığınızda terzi benzetmesi için ne dersiniz?
Bir yönetmenin çekeceği filmin senaryosunu yazıyorsanız, onun üslubunu, sınırlarını, kapasitesini iyi bilmek gerekir. Terzi nasıl müşterinin vücudunu ölçmek, kişisel zevklerini hesaba katmak zorundaysa, senarist de yönetmenin ölçülerine vakıf olmalıdır. Bu yaklaşım elbette her vakit her yerde geçerli olamaz. Sinemanın doğuşundan beri, bir filmi yapanlar arasında değişen güç dengeleri oluşmuştur. Son sözü kim söyleyecek? Bu çok önemli.
Amerikan stüdyo sisteminde prodüktör son kararı verir. Yani kurguyu onaylama gücü ondadır. Büyük başarılara imza atmış az sayıda yönetmene de verilebilir bu yetki. Benim çalıştığım Yeşilçam ortamında yönetmen geniş yetkilere sahip bir bileşendi. Kendi çekeceğim filmlerin senaryosunu yazarken daha büyük yetkilere sahip olduğum söylenebilir. O zaman “terzi” benzetmesi geçerli olmuyor tabii. Kendini tanımak ve kendi dilini oluşturmak sorumluluğu ağır basıyor.
Yine bir söyleşinizde “Film eğlenmeden yapılacak bir şey değildir” diyordunuz. Yönetmenlik aslında sıkıcı bir iş midir?
Bunu hangi bağlamda söylediğimi hatırlamıyorum. Şimdi daha da vurgulayarak söyleyeyim: Yaşamak, eğlenmeden yapılacak bir şey değildir. Beklemek dünyanın en sıkıcı hallerindendir. Film çekmek ne kadar güzel bir şey olmalı ki, monitöre boş boş bakıp ışık beklemekten, oyuncuların sete gelmesini beklemekten yani sette her türlü beklemekten sıkılmıyorum.
2000’li yılların ortalarında Berlin’e yerleştiniz. Bir anlamda kültür sanatın başkentlerinden birisindesiniz. Kısaca ‘yurtdışında olmak’tan söz eder misiniz?
Berlin’e 1994 yılında “Usta Beni Öldürsene” filminin hazırlıkları için geldim ve o yıldan itibaren iki ülkede, Türkiye ve Almanya’da oturmaya başladım. 1989-1993 yılları arasında da neredeyse aralıksız Londra’da, “The National Film School”da öğrenciydim. ‘Yurt dışında olmak hali’ne âşina değilim. Londra’da da memnuniyetle kalabilir, yaşayabilirdim… ‘Yurduna dönememek’ halinden söz etmiyorum. O çok ağır…
Son olarak size belki yüzlerce kez sorulan bir soruyu ben de yöneltmek istiyorum: Babanız yazar Vedat Türkali’nin edebiyata, sinemaya yönlenmenizde bir etkisi oldu mu?
Babam benim doktor olmamı istiyordu. Bunun da etkisiyle olacak, liseyi bitirdikten sonra Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne yazıldım ve iki yılımı orada harcadım. Sonra da yeniden sınavlara girip Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdim. Yani bir açıdan babamın etkisi, edebiyat ve sinema alanlarına geç girmek şeklinde tecelli etti.
Öte yandan Vedat Türkali’yle birlikte yaşamış, onunla konuşmuş, tartışmış, vakit geçirmiş olmak büyük şans, büyük zenginlikti. Yazdığı ne varsa okuduğumu sanıyorum. Bütün romanlarını yayımlanmadan önce okudum. Tartıştık. Senaryo eğitimime çok küçük yaşta, onun raflarda sürekli çoğalan senaryolarını okuyarak başladım. İki yıl geç kalmış olmak ne ki!..

“ŞİİRİN YÜZÜNÜ GÜLDÜRECEK ŞİİRLER YAZDI”
PEN YAZARLAR DERNEĞİ 2023 ŞİİR ÖDÜLÜ BARIŞ PİRHASAN’A VERİLDİ. DERNEKTEN YAPILAN AÇIKLAMADA ÖDÜLÜN GEREKÇESİ ŞÖYLE AÇIKLANDI:
“Kalabalığa hiç karışmadan kalabalıktan biri gibi yazdı. Şiirin hayatı varsa hayatın da bir şiiri vardı. Oyunun da bir gerçeklik biçimi olduğunu kanıtladı. Sık yazmasa da şiir düşüncesini hep ve her yere taşıdı. Tarih kötüdür. Şiire bunu bilerek başladı. 70’li yılların öncü şairlerinden oldu. Öncü, özgün ve özel bir şair olarak anıldı. İyi bir şair şiirinde başka iyi şairleri de ağırlar. Onun şiirinde Orhan Veli de Ece Ayhan da Metin Eloğlu, Ergin Günçe de var. Zaten biz başkalarıyla kendimiz olmuyor muyuz? Şiirin yüzünü güldürecek, okuru sevinçten ağlatacak şiirler yazdı.”