Faruk ŞÜYÜN
Altay Öktem, eşi şair ve müzik yazarı Deniz Durukan ile birlikte çeyrek asırlık dostum. Çalışma odasında söyleşimize başladığımızda ilk sorum, yazı masasının üzerindeki en göze çarpan obje üzerine; kitapların üstüne keyifli bir biçimde yerleşmiş şapkalı, kocaman papyonlu bir adam:
“Deniz’le birlikte bitpazarlarını çok dolaşırız. Almanya’ya bir seyahatimizde eski eşya satılan bir pazara denk geldik. Hemen dikkatimi çekti kocaman papyonlu, bıyıklı, elinde valiziyle yolculuğa her an hazır olan bu adam. Çok sevdim, o yüzden de çalışma masama, karşıma koydum. Bazen ilhama ihtiyaç duyunca ona bakıyorum, sanki bir roman veya çizgi film karakteri gibi geliyor bana…”
Masada, sırtında kanatlarını açmış bir karga bulunan, elinde gitarı olan simsiyah kıyafetli bir adam duruyor! “The Crow” diyor Altay. Bir zamanlar epey popüler olan gotik çizgi roman The Crow’u 1994’te beyazperdeye aktarmışlardı. O filmin kahramanı. “Zaten kargayı çok severim” diye devam ediyor:
“Hem The Crow filmini hem de Edgar Allen Poe’nun meşhur Kuzgun şiirini hatırlatıyor bana. 15 yıl kadar önce görüp heyecanla almıştım. O zamandan beri masamda durur.”
Brandon Lee filmde rock gitaristi Eric Draven’i canlandırıyordu. Altay da uzun yıllar metal, rock, punk müzik hakkında yazılar yazdı, ama bugün sadece edebiyatla uğraşıyor. Onlardan biraz uzaklaşmış gibi:
“Benim uzaklaşmamdan öte hayat da oradan uzaklaştı. 90’ların başından 2000’lerin sonuna kadar düşünecek alt kültürler çok fazlaydı Türkiye’de. Metal, rock, punk müzik ve onların kültürleri gündemdeydi. Kendimi o kültürlere yakın hissettiğim için hem fanzin incelemeleri hem farklı çalışmalar yaptım. Popüler kültür sanat dergilerinde, Öküz’de, Hayvan’da, Penguen’de o kültüre değinen yazılar yazdım.
2008-2009 yıllarında Karakalem adlı bir dergi çıkarmıştık; kendini biraz daha sert ve tavizsiz bir dille ifade eden gençlere yönelik bir kültür sanat dergisiydi. Lovecraft’tan Tim Burton’a, Sandman’den şair Eşref’e, Elizabeth Bathory’den Neyzen Tevfik’e kadar geniş bir altkültür perspektifi sunan bir dergiydi. Günümüzde bu kültürün pek karşılığı kalmadı çünkü her şey biraz standartlaştı. Yeraltı da yerüstüne çıktı. Bu, postmodern dönemin bir özelliği diye düşünüyorum. Merkez parçalandı ama küçük parçalar da merkeze çekildi, hepsi aynı potada erimeye başladı. Bugünkü konjonktür içinde ben de biraz uzaklaştım o kültürlerden; omuzunda kuzgun olan bu adam benim geçmişimi hatırlatan bir simgeye dönüştü.”
Bir de baltalı adam var:
“O bir kalem aslında. Ortaçağ’dan bir cellat simgesi. Sadece müzik olarak değil, yaşam tarzı olarak da black metali tercih eden, bütün kitaplarımı okumuş bir okurumun imza günümde getirdiği bir hediye. Kitabı o kalemle imzalamamı istedi, sonra da hediye etti.”
Kalemlerle devam edelim sıradaki Pinokyo başlıklı olanı:
“Pinokyo’nun özel bir anlamı yok. Kurşunkalem olması önemli. Kurşunkalemlere çok düşkünüm. Onu Floransa’dan almıştım. Yurtdışına gittiğimde o ülkeleri simgeleyen kurşunkalemler almayı çok severim. Aslında hoşuma giden kurşunkalemleri nerede bulursam alıyor ve onlarla yazmayı çok seviyorum.”
Daha çok bilgisayar kullanıyor ama notları kurşunkalemle alıyor Altay Öktem. Kitapları da onlarla çizerek okuyor, sayfa kenarlarına notlar alıyor. “Bazen, özellikle tercih ettiğim kurşunkalemler oluyor, onlarla daha iyi dizeler yazacağımı düşünüyorum” diyor.
Ya minik saksıdaki kaktüs ve yanında yeşil kıyafetler giymiş Meksikalı?
“Kaktüsleri çok severim, balkonda da epey var. Bu, Selim İleri’nin hediyesi. Kaktüslerin uzun yaşaması ve çok bakım istememesi önemli. Çalışma odamda ışık alsın almasın suya bile gerek duymadan yıllarca yaşayabiliyor.”
Tel zımbalar yazar masalarında görmeye pek alışık olmadığım gereçlerden:
“Defter kullanmadığım zamanlar A4 kâğıtlara not alıyor, bazen de kullanılmış A4’lerin Aziz Nesin gibi arkalarını değerlendiriyorum. Onları ikiye bölüp kullanıyorum. Üç dört sayfa not aldığım zaman başka notlarla karışmaması için zımbalıyor, öylece kenara koyuyorum.”
Yapışkanlı renkli not kâğıtlarıyla işaretlenmiş İlhan Berk’in Toplu Şiirler kitabı. Kutsal kitap diyormuş, böyle kalın ve ince kâğıt kullanılmış kitaplara.
20 yıldan fazla süredir aynı sandalyeyi kullanıyor. Deniz’le beraber bir antikacıdan almışlar.
Kurşunkalemlerin olduğu kalemliğin üzerine Altay Öktem yazan bir kitap kapağı basılmış:
“O Adam Babamdı kitabımın çıktığı yıl, Bursa’da metal müzikle ilgilenen gençlerin oluşturduğu Rock City adlı oluşum, söyleşi ve imza için davet etmişti. Tamamen kendi tasarımları olan bu kalem kutusunu hediye ettiler o etkinlikte.”
Yazı masasında ve çalışma odasındaki disiplini hissetmemek mümkün değil. “Dağınıklığı sevmiyorum. Dağılsam bile işim bitince her şeyi yerine kaldırıyorum. Tekrar toplaması zor olduğu için derli toplu çalışırım” diye anlatıyor. Hemen bunun hekimlik mesleği ile ilgisi olup olmadığını soruyorum:
“Hekimlikte disiplin şart, bu meslek, düşünce dahil her şeyin düzenli olmasını gerektiriyor. Hızlı düşünmek, çabuk karar almak ve konsantre olabilmek için etraf derli toplu olmalı. Masanın üzeri çok karışık olursa kafam karışır, odaklanamam. Yazdıklarıma bakılınca çok uçlara savrulan biri gibi gözükebilirim ama yaşamımda her şey çok düzenli, kurallı ve disiplinlidir.”