Faruk ŞÜYÜN
80’li yılların sonu, 90’ların başında sık giderdim Galata’daki Doğan Apartmanı’na. İtalyan mimari tarzında 1894 yılında inşa edilmiş ‘U’ şeklinde bir binaydı. Ortada kocaman bir bahçe ve dairelerin pencerelerinde harika bir İstanbul görüntüsü vardı. Ettore Scala’nın yönettiği, Sophia Loren ve Marcello Mastroianni’nin başrolleri paylaştıkları beni çok etkileyen ‘Özel Bir Gün’ filmindeki binaya çok benzetirdim… Arkadaşım şair Suphi Nuri İleri ve eşi Mahmure, Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Sabahattin Eyüboğlu’nun kız kardeşi ve Türkiye’nin ilk kadın mimarlarından Mualla Eyüboğlu ve Türkolog Robert Anhegger çifti, araştırmacı-yazar Rasih Nuri ve eşi Bedia İleri orada oturuyorlardı. Hepsini, tabii ki en çok Suphi ile Mahmure’yi ziyaret ediyordum. İstanbul’un son lapa lapa kar yağan yılbaşılarından birini Doğan Apartmanı’nda yaşamıştım. Sonra, dostlarım bu dünyadan artarda göçtüler, iyi ki Mahmure ve kızı Esin aramızdalar…
O yıllardan bugüne apartmanın önünden çok geçtim, ama kapısından yeniden girmek, 30 yıl sonra Gaye Boralıoğlu’yla ‘Yazar Masaları’ söyleşisi nedeniyle oldu. Boralıoğlu, iyi bir edebiyatçı. Gazetecilik, reklam yazarlığı ve senaryo yazarlığı yapmış, birçok televizyon dizisi yanında Atıf Yılmaz’ın yönettiği ‘Eylül Fırtınası’ filminin senaryosuna imza atmıştı. 2001 yılında çıkan ilk kitabı ‘Hepsi Hikâye’den bu yana roman ve öykü türünde eserler veriyor. ‘Aksak Ritim’ ile 2011 Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü Mansiyonu’nu, ‘Mübarek Kadınlar’ ile 2015 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü, ‘Dünyadan Aşağı’ ile 2019 Duygu Asena Roman Ödülü’nü kazandı.
Gaye Hanım, apartmanın ruhuna uygun, eski bir yazı masasında çalışıyor:
“Eskicilerde, antikacılarda dolaşmayı çok severim. Her şeyin altın ortasını bulmaya çalışırım. Ne çok büyük ne çok küçük bir masa istiyordum. Öylesi Horhor’daki Antikacılar Çarşısı’nda karşıma çıktı. Bu, aslında eklektik bir masa yani çekmeceleri ve üzerindeki tablası farklı. Böyle olması hoşuma gitmişti, çünkü bu da bir hikâye oluşturuyordu. Bütün yazı serüvenime uzun yıllar önce aldığım bu masa eşlik etti.”
Masanın üzerinde küçük defterler var:
“Defterler hayatımda çok önemli bir yer tutuyor. Küçükler, çünkü onları her zaman yanımda taşıyıp notlar alabiliyorum. Yazması da kolay geliyor. İlk öykü kitabımı ve ilk romanım ‘Meçhul’ü tamamen elle yazarak oluşturmuştum, ama zamanla bilgisayar daha kullanışlı hale geldi. Bir roman, bir öykü oluşturmaya başladığım zamanlarda ilk cümlelerini muhakkak elle yazar, notlarımı elle tutarım. Bilgisayar benim için bir tür kopyalama işlevi görür. Asıl mesele, zihnimle kâğıt arasında geçer hâlâ.”

Peki, senaryolar diye soruyorum “senaryo için bilgisayar çok işlev görüyor, kolaylaştırıcı senaryo programları var” diyor ve devam ediyor:
“Ne var ki bunların hepsi başkaları için, belirli bir sebep ve amaç çerçevesi içinde yapılan yazma biçimleri. Artık senaryo yazmıyorum, bıraktım. Bundan 21 yıl önce, kendim için, hiçbir zorunluluk olmadan yalnızca yazının büyüsüne kapılarak yazmak istedim ve böylece ilk kitabım ‘Hepsi Hikâye’ çıktı. Edebiyat dünyasının içinde yaşamak daha konforlu geldi bana açıkçası. Çalıştığım bazı film senaryoları, kendi kitaplarımdan uyarladıklarım var, ama on yıla yakın süredir dizi senaryosu yazmıyorum.”
Peki nasıl yazıyor Gaye Boralıoğlu?
“Eğer bir kitaba yoğunlaştıysam çalışma tempom çok düzenli hale geliyor, çok özel şeyler olmadığı sürece masanın başına muhakkak oturuyor her gün en az üç dört saat çalışıyorum. Bazen sadece okuyor, daha önce yazdıklarımı düzeltiyorum. Bazen çok verimli bir gün oluyor 4-5 sayfa yazıyorum. Bazen sadece bir paragraf, bir cümle geliyor.”
Doğan Apartmanı gibi tarihi bir binanın üretimine katkısını var mı? diye merak ediyorum. “Benim için burası yazmanın mâbedi gibi” diyor. Oysa aslında her yerde yazabiliyor. “Çok fazla konfor aramam, başka ülkelerde, başka şehirlerde çalışabilirim, ‘Dünyadan Aşağı’yı üç ayrı ülke, beş şehirde yazdım. Ancak başlangıçlar, kritik dönüşümler ve çalışmamın son hali muhakkak burada olur. Bu evin ruhu, benim için hayatımın en önemli nirengi noktalarından bir tanesidir.”
Masada iki mum ve kalemlikten oluşan bir takım var. Mumları sevdiğini, bazen düşünürken, okurken odanın havasını değiştirecek, hafif bir koku verecek mumlar kullandığını söylüyor; “mumluğun da kalemliğin de manevi olarak çok fazla bir değeri yok, sadece renk ve tasarım olarak seviyorum onları” diye anlatıyor.
Hobi olarak Urla’daki atölyesinde seramik yapıyormuş. Masanın üzerindeki obje, bu çalışmalarının ürünü. Fotoğraftaki çocuk ise yeğeninin. “Şu anda hayatımdaki en tatlı konulardan bir tanesi” diyor onu anlatırken…
Ya lamba?
“Bir arkadaşımın hediyesi. Bu evde 30 küsur yıldır yaşıyorum ve aşağı yukarı 10-15 yılda bir neredeyse taşınıyormuş gibi yeniliyor, eşyaları değiştiriyorum. Bunu hediye eden arkadaşım çok sık taşınan birisiydi ve bu nedenle her seferinde hediyeler alınırdı ona. Ben hiç taşınmadığım için hediye gelmiyor, bundan şikâyet ediyordum. Bu nedenle renovasyonlardan biri sırasında bu masa lambasını almıştı.”
Masadaki oyuncak, yazar Murat Özyaşar’ın doğumgünü hediyesi.
Ve kitaplar… Felsefe ile edebiyatın kesişme noktasında bir yazar olduğunun ipuçlarını taşıyorlar:
“Bir kitaba başladığımda zihnimin bir ucu felsefede bir ucu edebiyatta olur. Her iki alandan konumla alâkalı olduğunu ya da ilham vereceğini, kapı açacağını düşündüğüm kitapları ayrı ayrı okurum. Her ikisi bence birbirini besliyor, zenginleştiriyor. Yani yazmamın çok önemli bir parçasıdır okumak.”