Faruk ŞÜYÜN
Yiğit Bener’in yazı masasının üzeri benimki gibi cam. “Çok uzun yıllardır her gittiğim yere taşıdığım emektar masam bu. Özel olarak yaptırdım. Üzeri cam, altı görünüyor. Şeffaflığa önem vermek mi diyelim buna? Belki!” diye başladı söze.
Masa tertipli; üzerindeki yatay, dikey ekranlar dikkat çekiyor: “Aslında çok da tertipli değilim, sizin için topladım! El yazım korkunç kötüdür.”
Tıp tahsili gördüğünüz için mi? “Belki! Önemli bir sebebi de ilkokula Fransa’da başlayıp Türkiye’de bitirmem. Fransızların el yazısı usulü ile Türklerinki çok farklı. Benimki ikisinin karması bir şey. Düşünün kendim okuyamıyorum yazımı. Bu nedenle de bilgisayarda yazıyorum. Bir dik, bir yatay ekranım var. Masanın büyük kısmı bilgisayar düzeni aslında. Çalışırken normal düzenim daha dağınık. Kitaplar, kâğıtlar oluyor. Onlar birikiyor, ayda bir klasörlere doldurmaya çalışıyorum.”
Ekranda Arta’da Morto! yazıyor. Yeni bir kitap mı?
“Geçen yaz Ragıp Duran’ı görmeye Yunanistan’a gittiğimde birlikte bir kaza geçirdik. Taklalar falan attık, uçurumun kenarında bariyerlere çarparak durabildik. Benim köprücük kemiğim, kaburgalarım kırıldı, Ragıp’ın iman tahtası çatladı. Ölümden döndük. Ameliyatım üç saat sürdü, iki buçuk ay yatakta çakılı kaldım. O kazanın hikâyesini anlatan bir kitap yazdım. Matrak bir kitap. Çünkü o kazayı biz dahil herkes farklı hatırlıyor. Onların anlattıklarını harmanlayan ne öykü ne roman… İçinde tiyatro sahnesi de rüya da olan, değişik üslupları karıştıran gırgır bir metin. Arta’da Morto! dedim ismine. Arta kaza geçirdiğimiz kasabanın adı, İnebahtı’dan sonra bu sefer Preveze zaferini kazandığımız yeri görmeye gidiyorduk, biz Preveze gazisi olup döndük!”
Çalışma odası, sanki bir anılar dağarcığı. Onlardan bir kısmını yazı masasının üzerine diziyoruz. “Her bir objenin kişisel tarihimle, kitaplarımla alakası var. Birkaç ülke arasında bölünmüş bir hayat geçirdim. Onları odamda toplamak gözümde o hayatı bütünleştiriyor belki. Orada duruyor, geçmişi hatırlatıyorlar” diyor ve devam ediyor: “40-50 yılın bir sürü anısı. Karşıdaki duvarda ucundan sopalar sarkan bir şey görüyorsunuz, onu Tıp Fakültesi’nde öğrenciyken cüzamlılar için düzenlenen bir kermes için yapmıştım. Çok çirkin olduğu için kimse almadı, ben de kendim satın aldım, 45 yıldır da saklıyorum. Kaç ülke gezdi benimle.”
Bir başka obje Belçika’daki devrimcilik yıllarından kalma minik bir dergi: “80’lerde çıkardığımız Enternasyonal dergisi. Pelür kâğıdına küçücük. O senelerde Türkiye’de bulaşık makinesi deterjanı bulunmuyordu. Bu nedenle yurtdışından beşer kiloluk kutularla getiriliyordu. O kutularda saklanarak Türkiye’ye getiriliyordu.”
Kaidenin üzerinde oturan kadın deseni, aslı Lion’da bulunan bir heykelin sureti:
“Pradier’nin heykelinden esinlenerek eşim Funda Bener çizdi bunu, Öteki Düşler kitabımda kullandık. Oradaki açılış öyküsüne ilham vermiştir.”
Minik feneri St. Nazaire’dan almış:
“Fransa’nın okyanus kıyısında küçük bir kasaba. Oradaki Yazarlar ve Tercümanlar Evi’nde davetli olarak kalmıştım. Evin önünde ‘edebiyat feneri’ adını taktığım çok güzel bir fener vardı. Onun anısı.”
Tahta timsahla su aygırı biçimindeki zımba, babası yazar Erhan Bener’in yazı masasından. Masadaki kemik, gerçek insan kafatası parçası:
“Anatomi çalışırken üzerindeki deliklerin, çıkıntıların Latince isimlerini ezberliyorduk. O dönemden kaldı. Tıp Fakültesi yıllarımın anısı olarak tutuyorum.”
Hitit Güneşi ve yanında tıp asası var: “Hitit Güneşi, Ankara Tabipler Odası’nın çok güzel bir jesti. 12 Eylül döneminde benim gibi mezun olamayan tıp öğrencilerine özel bir tören düzenlediler ve herkese böyle bir plaket hediye ettiler. O törende sınıf arkadaşlarım, bana özel bir plaket yaptırmışlar, tıp asasının ucu kalem şeklinde. Çok duygulandıran bir jestti.”
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne gitmiş. 1980 Eylül’ünde Lozan Üniversitesi’nde acil cerrahi stajı yaparken 12 Eylül olmuş:
“Hakkımda 15 yıl hapis istenen davalar açıldı, tutuklama kararı çıktı. Ben de yurtdışında kaldım, eğitime devam edemedim. 10 yıl sürdü dava, sonunda beraat ettim, ancak öyle dönebildim.”
Avanak Avni rozeti:
“Brüksel’deki sürgün yıllarından kalma. Yayın kurulunda olduğum gazeteyi biraz renklendirmek için vinyet olarak kullanmaya başlamıştık. Birden yayıldı bu, Belçikalı gençler, Meksikalılar, Yunanlılar, farklı ülkelerin gençleri kullanmaya başladılar. Füzelere karşı yapılan 300 bin kişinin katıldığı yürüyüşte dev bir flamanın üzerinde Avni vardı. Mecburen Oğuz (Aral) Abi’ye mektup yazdım. ‘Bu iş benim kontrolümden çıktı!’, dedim. O da çok memnun oldu. Sonra Belçika’ya geldi, Gırgır sergisi açtık Brüksel’de.”
Söz Oğuz Aral’dan açılmışken Yiğit Bener’deki yeri epey farklı: “Oğuz Aral der ki: Trajedi gerçekliğin sadece tek ayağını temsil eder ya her şeyi çok güzel anlatır ya da her şey çok kötüdür, karanlıktır. Bu, kurgudur. Aslında hayat çelişkilerle doludur ve çelişkiden mizah doğar. Onun için esas gerçekçi olan mizahtır. Bir şeyin mizahi boyutunu yani zıt kutbunu anlatmadığınız zaman tam gerçeği anlatmıyorsunuzdur. Bu, benim çok benimsediğim bir felsefi yaklaşım. Onun için işin ters tarafına da bakmaya çalışıyorum, yazdıklarımda da vardır o, karamizah çok yaparım. Başka türlü de hayat geçmiyor. O kadar dramatik, o kadar karanlıklarla dolu ki… Yazar olarak farklı pencerelerden bakmaya çalışmalıyız.”