Gülseren ÜST POLAT
İstanbul Üniversitesi Protohistorya ve Ön Asya Arkeolojisi bölümü öğrencisiyken para kazanmak için girdiği medya sektörünün ‘tutunduğu’ iş olacağı aklına gelmemişti elbette. Fakat gazete, dergi, TV derken “adam yokluğunda” ekranların arkasından önüne geçen Mesut Yar, neredeyse 40 yıldır sektörün içinde. Bizim başarı, kendisinin ise sürdürülebilirlik olarak tanımladığı bu süreci konuştuğumuz Yar, “Standart bir spikerden farkım sadece olup biteni yaşamam” diyor. Bir anlamda, ekran karşısında samimi ve açık oluşunun nedenini de özetliyor. Ve aynı açıklıkla dünü, bugünü ve geleceği konuşuyoruz…
Aslında arkeoloji mezunusunuz ve üniversiteye devam ederken medya sektörüyle tanışıyorsunuz. Sonrası aslında hepimizin izlediği bir süreç. Fakat yine de bu geçişi sizden dinlemek isteriz.
Annem ve babam olmadığı için zaten erken yaşta başladım çalışmaya. Ama tabi basında çalışmıyordum o dönemde. Kazandığım para önemliydi çünkü ihtiyaçlar vardı. Anneannem hayattaydı ve beni o okutuyordu. Murat Sabuncu sınıf arkadaşımdı ve ne yapabiliriz diye iş arıyorduk. O dönem gazetelerin verdiği promosyonları derlemek, toplamak için birilerini arıyordu Hürriyet. Ofis boy olarak başladık. Bina Çağaloğlu’ndaydı ve şimdiki gibi büyük plazalar yoktu, herkes herkesi görüyor ve biliyordu. Her şeyi yapıyorduk orada, dikkat çekmişiz demek ki. Sonra bir habere götürdüler ve yaz dediler. Bu şekilde başladı aslında.
Ardından kulaktan kulağa devam etti işler. Yani biliyorsunuz, şimdiki gibi. Bu süreçte bir yandan da okula devam ettim.
İlk olarak adliye muhabirliğiyle başladım. Beceremedim. Çok elime yüzüme bulaştırdım. Gazeteci Tanju Cılızoğlu ile bir kırılma noktası yaşadım. Biraz edebiyatla falan uğraşıyordum birkaç dergide yazım, çizim yer almıştı. Tanju Bey de edebiyata çok önem verirdi. Bana “O zaman sen kültür-sanat yap” dedi. Gazeteciliğe öyle başladım. Televizyona geçişim de yaptığım röportajlar sayesinde geldi.
Bu noktada Güner Ümit söyleşinize değinelim isterseniz.
Hulki Cevizoğlu’nun çıkardığı bir dergi vardı. Orada çalışırken Güner Ümit ile izlenme rekorları kırdığı dönemde bir röportaj yaptım. İşi çok beğendiği için yanında metin yazarı olmamı istedi. Metin yazarlığının ne olduğunu bilmiyordum açıkçası. Temel fıkrası yazdım. Öyle büyüdü iş. İki sene kadar Güner Abi ile çalıştık. Ardından Yön dergisi tekrar kuruldu ve kurucu editörleri arasındaydım. Çok sağlam insanlarla çalıştım o dönem. Onun getirdiği başka bir şey oldu. Bir ekonomi kanalı kurulacaktı. Ben bir yandan Yön’de yazıyor, çiziyordum. Bir yandan da televizyondan anlıyorum. Haber müdürü olarak Kanal 7’ye girdim. Sonra adam yokluğunda çıktım ekrana. Evet, gerçekten adam yokluğundan...
Sonra transfer başladı. Önce Show TV, sonra eş zamanlı olarak Number One… İkisini bir arada götürmeye başladım. Ve ondan sonra hiç kopmadı televizyon hikâyesi. Ve tutunduğum iş oldu.
Peki arkeoloji… İçinizde kalan bir ukde yok mu?
Aslında bir ukde var içimde ama yaptığım işi de çok seviyorum. Yaptığım tam bir gazetecilik mi? Hayır. Şuanda yaptığım, açıkçası arkeoloji geleneğinden gelen ama aynı zamanda sokak dilini de çok iyi bilen bir adamın ‘çağdaş Homeros’luğu. Yani aktarıcılık yapıyorum ben. Standart bir spikerden farkım sadece olup biteni yaşamam. Bir şekilde kendi yürüdüğüm sokaklarda, kendi hikâyemin biraz daha makro ölçüde olanları, biraz daha vahşice, zorbaca olanları yaşanıyor Türkiye’de. Zaten biliyorsunuz suçun işleniş biçimi, öncesi, sonrası ve sırasını. Türkiye’nin en azından son 40- 45 yıllık yakın tarihi içinde siyaset olan, ekonomi olan ve sanat olan tarihine de vakıf olduğumuz için... Arkeolojinin getirdiği bir şey zaten bu. Orada da 40 bin yıla bakacaksınız. Yaşanan şeylerin çok şaşırtmadığını görüyorsunuz. Arkeoloji istemez miydim? İsterdim. Taş Gaste belgeselinde tekrar işin içine girebilme mutluluğunu yaşadım. Zaten o terminolojiden hiç kopmadım. Hep takip ettim sempozyumları. Ama bir yandan edebiyat alanında da büyümeyi isterdim.
Hazır edebiyat demişken, sizin bir de yazarlık tarafınız var.
Arada yazdıklarım bence kitap bile değildi. Şimdi düşününce beni şaşırtan sadece ilk çıkardığım kitap ‘Ölüm Çözdü Uçkurunu’ydu. Çünkü bir metafor var. Yani 20’li yaşlarında bir adamın metaforla nasıl bir işi gücü olur? Ya da nasıl düşünür? Aslında içimde küçük bir filozof varmış, onun farkına vardım.
Yaşanmışlık da var tabi…
Evet var. Erken acılar… Her şeyi erken yaşamak, erken evlenmek, erken baba olmak, erken ayrılmak… Bir sürü erken trajedi ve bir sürü erken komedi var. Derler ya hani dünya tiyatro sahnesi, ben öyleydim. Bir avantajım, kendi tiyatromu kendim yazmış oldum. O da büyük bir şey. Eğer bugün ekrandan düşsem ne yapabilirim dediğimde yapabileceğim bir sürü iş var. Ya da hiç yapamayacağım. Oturup dinlenebileceğim süreye de ihtiyacım var artık.
Çok çabuk parlayabileceğiniz ama bir o kadar da çabuk sönebileceğiniz bir yer aslında ekran. Siz yıllardır ekranlardasınız. Bu başarıyı neye borçlusunuz?
Başarıdan ziyade sürdürülebilirlik diyelim. Televizyonun bir matematiği var. Belli bir noktadan sonra donup kalıyorsunuz. Yani etrafınıza bakmaktan imtina ediyorsunuz. Yeni kuşak, yeni zevkler, dünyanın yeni trendleri neler? Yeni nesil ne istiyor, neyin peşinde koşuyor? Böyle bir sürece girdiğinde ekran seni geceleri istemeyebilir. Öncelikle kabullenmeniz lazım. Ben kabulleniyorum bunu. Benim için sıkıntı yok. Peki ya alternatif ne olacak? Yine televizyon mu, yoksa kısa bir ara verip başka bir işle uğraşıp tekrar mı televizyon olsun diye düşünürken, televizyon ara verme fırsatı yaratmadı bana. Ben, dünyada neler oluyor, Türkiye’de neler oluyor, ne dönüşüyor, ne değişiyor diye kovalamaya çalıştım. Ama her şeyden önce apaçık olmaya çalıştım. Sürdürülebilirlik biraz da kendi çağını okumak ve kendi insanını okumakla alakalı.
Mizahın da etkisi yok mu sizce?
Elbette var. Yani kabul etmemiz lazım. Eğer Kurtuluş gibi bir yerde doğduysanız ve hayatınızın ilk 30 senesi Ermeni, Rum, Bulgar, Latin ve İtalyan’ın vs. içinde geçmişse adamların bütün mizah kültürlerini bir bir alıyorsun. Ayrıca gençlerle çalıştım. O büyük bir keyif oldu. Şimdi geldiğim noktada gene gülümsüyorum ama bu sefer biraz daha acı gülümsüyorum. Eskiden haber yapmak bir şekilde kendi içerisinde sorumluluğu olan ya da bir mottosu, anayasası olan bir işken şimdi toplumun 100 kelime etrafında dönen hayatı gibi. Dolayısıyla sadece Uyan Türkiye bence başlı başına bütün dünya televizyonlarında anılması gereken bir iş, sosyolojik bir işti.
Yani bugün mizah anlayışını mı kaybediyoruz?
İyi ustalarla gitti ama bir yandan da ofansif mizah denilen bir şey oluştu. Orada ahlaki sınır yok. Eski mizah yani o analitik olan kısım ise… Geçmiş olsun… Böyle bir mizah evrimi tüm dünyada var. Gittiğimiz yer her zaman pozitife doğru olmaz bazen negatifi de görecek ki oradan da çıkabilesin. Bugün kadın cinayetini anlatırken de çok pozitif olmamı kimse beklemesin. Eski Türkiye’mde işler biraz daha düzgündü. Benim en büyük gücüm çok erken yaşlarda kültür-sanatla tanışmam ve o alandaki en iyi insanları tanımam oldu. Can Baba’nın manevi oğluydum. Ben o kültürden gelen biri olduğum için o mizah hep olacak. Belki eskimiş bulunacak, bundan da hiç gocunmuyorum. Yani çocuklar da mizahımı eski buluyor ya da benim güldüğüm şeylere gülmüyorlar ya niye üzüleyim ki böyle bir şeye. Ben hakkını vererek güldüm mü, güldüm. Çocuklar da kendileri hakkını vererek gülecek yeni şeyler bulacaklar kendilerine. Dilerim kendileri olmaz güldükleri.
Sabah haberlerinin temposu çok farklı? Nasıl hazırlanıyorsunuz?
Ana haber de sundum. Ama ana haber beni hiçbir zaman mutlu etmedi. Yani, çıkıp aslında bir editör masasının çizdiği yol haritasını izliyorsunuz. Ben hep marjinal saatler istedim. Gece 2-2.30 gibi kanala geliyoruz ve mesai başlıyor. 200’den fazla haber geliyor önümüze, onlardan çok etkin 40-45 tanesini seçmek zorundayız. Kanaldan 10’da ayrılıyoruz. Hafta içi günde 1 öğün besleniyorum. Gündüz bir 20 dakika uyuyorum. Ondan sonra akşam 6-6.30 gibi odama çekiliyorum. Kitap okuyorum ya da uyuyorum.
Bu tempoda sizi duygusal olarak besleyen, deşarj olmanızı sağlayan şeyler neler?
Bu benim bir sırrımdı aslında ama sizinle paylaşayım. Ben ayın 2 günü ortadan kayboluyorum. İki haftada bir cumaları program yapmıyorum. Bu bir rahatsızlığımdan kaynaklıydı sonra fırsata çevirdim. Gülüyor. Kendimize bir yer belirliyoruz. Eşimle arabaya atlayıp yol yapıyoruz. Ben küfür edemiyorum. Kaba saba bir adam değilim, tüm bu enerjiyi yayın dışında boşaltamıyorum. Dolayısıyla arabanın camlarını kapatıp ya da mümkün olduğunca açıp ne söylemek istiyorsam söyleyerek yol yapıyorum.
Bir abimizin Karadeniz çektirmesi var. 1922 yapımı. Yazları da oraya gidip kalırız. Tekne daha bir metre yürümedi bu güne kadar. Dalga bile bizi bir metre atmıyor. Arkadaşlarımız gelir, otururuz sabahlara kadar.
Genel olarak bugün Türk medyasını ve yayıncılığı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Fazlıyla politeizme olmuş bir medya içerisindeyiz. Eskiden böyle değil miydi? Böyleydi ama bu kadar belirgin değildi. Kabul etmemiz lazım ki ayrıştık. Üsluben ayrışmış olsak saygı duyarım, çünkü üslup aynı zamanda bir yetenektir. Üslupsuzluğun alkışlandığı yerlere taşınıyor bazı şeyler. Maç izler gibi haber tartışma programları izliyor insanlar. Maç izler gibi dizi izliyorlar. Sürekli obur bir iştah var, kırıp dökmeye, ötekileştirmeye…
Ekranlarda gerçekten dünya çapında bir şeyler ürettiğimizi söyleyebilir miyiz? Yurt dışına 81 ülkeye dizi sattık. Sattık da ne sattık? Satıyorsun ama yapımcı olarak sen satıyorsun ondan ülkeye artı bir değer yok. Oyuncuya yok, bunu yazan, çizene yok. Neyi sattın? Osmanlı’nın Kuruluşu. Çünkü dünya da bizim gibi artık. Resmi ya da sivil, tarih kitaplarını okumak istemiyor. Alıp hazır izleyeyim istiyor.
Peki, siz ekranda neleri ya da kimleri izlersiniz?
En son Sıcak Kafa’yı izledim. Hoşuma gitti, değişik bir kafa. Ana akımda eşim Ferda Yalı Çapkını’na bakıyor. Onunla izliyorum. Bir de ben Ertan Saban hayranıyım. Gelsin Hayat Bildiği Gibi dizisinde çok güzel oynuyor. Onu izlemek için dizi seyrediyorum. Yine Kaan Urgancıoğlu, Kıvanç Tatlıtuğ’u da sayabilirim, izlemekten keyif alıyorum.
Kahramanlık öyküsüne ihtiyacım var
“Yoruldum ve artık, bu işi bırakıyorum” dediğinizde yapmak istediğiniz bir şey var mı?
Var. Şimdi söyleyemeyeceğim ama bir sene sonra, Hafta için değil ama ana gazete EKONOMİM için haber yapabilirsin. Üzerine çok çalıştığımız bir fikir. Öyle parti filan değil ama memleket meselesi diyelim. Artı değer nasıl üretilir diye çalışacağız.
O zaman sizi bambaşka bir iş yaparken mi göreceğiz?
Lobicilik yapacağız diyelim. Bu kadarını söyleyeyim. Türkiye’nin elinden alınan ne varsa -ki bunu her anlamda söylüyorum; tarih, lezzet, gastronomi- bunları geri almak için çalışacağız. 6-7 arkadaş kafayı bunlara taktık. Envanter çıkartıyoruz. Hangi konuda dövüşeceğiz? Sözcümüz kim olacak, niçin dövüşmeliyiz? Bir STK olarak yapacağız bunu. Kolektif olarak yapacağız. Benim çocuğuma anlatacak bir kahramanlık öyküsüne ihtiyacım var. Medyanın içerisinden çıkartamadık. Akademinin içirişinden de çıkartamadık. Yani kendi hayatımda anlatabileceğim bir tane kahramanlık öyküsü kalsın istiyorum. Yormayacak mı, yorsun ama güzel yorsun…
Kitabı Namık izin verdiğinde yazacağım
Peki, yeni bir kitap var mı kafanızda?
Var aslında. Başladığım, bitirdiğim bir kitap var. Sadece üstünden tekrar geçmek için cesarette ihtiyacım var. Benim en yakın arkadaşım Namık’tı ve ölümü ani oldu. Evimde bir tane kaide var ve o kaidenin üstünde Namık’ın fotoğrafı var. Etrafında da küçük oyuncaklar ve çikolatalar var. Orası Namık’ın yeri ve değişmez. Eşim evde olmasın ben Namık’la konuşurum ben evde olmayayım o Namık’la konuşur. Son kitabımda Namık’ın durumu hiç iyi değildi. Namık ölünce ben küstüm yazmaya. Ayrıca, cinayet öykülerine bayılıyorum. Öyle bir roman hikâyem de var onu çıkartacağım ama gerçekten Namık bir gün izin verdiğinde. Gerçekten ‘hadi artık yap bunu’ dediğinde.