TUNÇ DİPTAŞ
Telefondaki sesi titriyordu; ağlamaklı, kırılgan bir tonla acilen görüşmek istediğini söyledi. Yatırım danışmanlığı hizmeti sunan köklü bir şirkette üst düzey bir yöneticiydi. Tam beş yıldır bu işe gönlünü koymuş, gece gündüz demeden, adeta canını dişine takarak çalışmıştı. Sabahın altısında ofisin kapısını aralıyor, akşam sekizde ancak evine dönebiliyordu.
Hedefleri vardı: Şirketi daha kârlı bir noktaya taşımak, müşterilerine değer katmak, terfi alarak emeğinin meyvesini toplamak ve gelirini yükseltmek. Yıl sonunda çabaları karşılıksız kalmamış, aldığı sonuçlar onu memnun etmiş, geleceğe dair umutları artmıştı.
Ta ki o gece, saat 23:00’te müdüründen gelen mesaj, dünyasını başına yıkana kadar.
Mesajda müdürü, öfkesini sakınmadan ağzına geleni söylemişti. Danışanımın çalıştığı son projede hata bulmuş, “beceriksizliğine daha fazla tahammül edemeyeceğini” yazmış, hatta “bedelini ödeteceğini” ima eden iğneleyici bir üslup takınmıştı. Danışanım o an kendini uçsuz bucaksız bir kuyunun dibinde bulmuş olmalı ki benden yardım istedi.
Onu dikkatle dinledim, sonra çözüm önerilerimi paylaştım. Öncelikle duygularını yönetmesi, sonra kendini net ve güçlü bir dille ifade etmesi gerektiği konusunda hemfikir olduk. Ertesi gün, kararlılıkla ofise gitti ve müdürüyle yüz yüze konuşmaya hazırlandı. Ama beklenmedik bir sürprizle karşılaştı. Müdür, sanki hiçbir şey olmamış gibi, “Konu önemli değil” dedi. Mesajı gece uykusuzken, düşünmeden attığını, büyütülecek bir durum olmadığını söyledi. O sert, yaralayıcı sözleri yazan o değilmiş gibiydi. Anlaşılan, öfkesi aslında başka bir yereydi; ama o an, küçük bir hatayı bahane edip büyütmeyi, içindeki ateşi danışanımdan çıkarmayı tercih etmişti.
Güç korku yaratır ama ilham vermez
Bir sabah sinirleriniz tepenizdeyken kahve makinesine bağırabilirsiniz. Güne keyifsiz başladığınızda ya da trafik içinizi daralttığında arabanıza veryansın edebilirsiniz. İş yerinde her şey ters gittiğinde, dönüp printer’dan hıncınızı alabilirsiniz. Ne de olsa cansızdırlar, alınmazlar, kırılmazlar. Ama iş, telefonun ya da bilgisayarın başına geçtiğinizde değişir. Çünkü o ekranın, o hattın diğer ucunda bir insan oturur. Ve o insanın duyguları vardır.
Duygularıyla oynanan her insan, zamanla işine duyduğu tutku ve motivasyonu kaybeder. Belki de bu yüzden, araştırmalara göre işten ayrılanlara “Neden ayrıldınız?” diye sorulduğunda, en yaygın yanıt şu olur: “Müdürümle geçinemiyordum.”
Girişimci bir iş insanı olabilirsiniz. CEO, yönetici ya da direktör koltuğunda oturabilirsiniz. Ama lider olmak? Bunun için önce insan olmanız gerekir.
Pek çok CEO, yönetici ve direktör tanıdım. İnsan odaklı olamadığı, insana duyarlı davranmadığı için çevresini harekete geçiremeyen… Bu yüzden hedeflerine ulaşamayıp, kurumun işleyişini tıkanıklığa mahkûm eden… Sorunu kendi eksiklerinde değil, çalışanların hatalarında arayan… Karşılaştığı her aksilikte etrafına öfke saçan…
Oysa her problemi, her hatayı, her zorluğu bir fırsat gibi görsek; etrafımızdakilere empatiyle yaklaşıp, onlara sıcaklık ve sevgi sunsak, her şey bambaşka bir yöne evrilmez mi?
Geleneksel yöneticiler, çalışanlar hata yaptığında ya da motive etmek gerektiğinde güç kullanmayı seçer. Güç, korku yaratabilir ve kısa vadede sonuç getirebilir. Ancak uzun vadede ne ilham verir ne de gerçek motivasyon sağlar.
Machiavelli’nin o çarpıcı sözü gelir aklıma: “Bir liderin kalitesini anlamanın en kestirme yolu, etrafındaki insanlara bakmaktır.” Gerçek bir lider, çevresindekileri daha güçlü, daha yetkin hale getirir. Bunun ilk adımı da insan olmak ve etrafındakilere insan olduklarını hissettirmekten geçer.