HAFTA - Faruk ŞÜYÜN
Dünya Kitap Dergisi’nin ‘2017 Yılın En İyileri Ödülleri’nde benim de içinde bulunduğum jüri, ‘Yılın Telif Kitabı Ödülü’nü Nermin Yıldırım’ın ‘Dokunmadan’ adlı yapıtına vermişti. Aslında 2001 yılında yayınlanan ilk romanı ‘Unutma Beni Apartmanı’ndan beri izliyorum onu ve sevdiğim bütün yazarlar gibi yazı masasını merak ediyorum. Şimdilerde Barselona’da yaşıyor, çalışma odası ve masası da orada. Ancak, sürekli yolculuklarda olduğu için bir pazar öğleden sonrası, WhatsApp üzerinden görüntülü buluşabiliyoruz.
“Çok seferi haldeydim, bundan önce Hollanda’da, öncesinde İspanya’da ama başka bir şehirde, ondan evvel de İstanbul’daydım; nihayet yazı masamın başındayım” diyor. Tertipli bir masa, kitaplar, düzenli bir oda yansıyor görüntülerden ama “aslında burası dağınık bir oda, meselâ şu anda yerde üç bavul var, bir tanesi açık üstünde eşyalar falan, ikisi daha açılacak… Benim hayatım galiba bavullarla kitaplar arasında geçiyor” diye anlatıyor.
Kitap kısmını doğru tespit etmişim, ancak arka planında bir de görülmeyen bavul kısmı varmış! Nermin Yıldırım devam ediyor:
“Masam çok geniş değil, onun için mümkün olduğunca boş tutmaya çalışıyorum. Daha yoğun çalıştığım dönemlerde dağıldığı oluyor ama, üzerine ne kadar az şey koyarsam o kadar rahat edebileceğim bir masa bu.”
Ve masada, raflarda göze çarpan sözlükler, sözlükler…
“Ben, sözlük meraklısıyım; çok faydalı, zihin açıcı olduklarını düşünüyorum. Yazarken çok kıymetliler, çok lâzım oluyorlar ama onun dışında da çocukluğumdan beri sözlük biriktiririm. Çok işlevsel sözlüklerin yanında belki de hayatımda hiç işime yaramayacak spesifik konularla ilgili sözlükleri de bulunduruyorum. Diyelim ben aslında bahçecilikle hiç uğraşmayacağım, doktorluk da yapmayacağım ama bu konularla ilgili terimler sözlüklerini topladım. Çünkü, yarın öbür gün bir roman karakterim hekim, çiçek yetiştirmeyi seven biri olabilir.”
Masanın üzerindeki kocaman kutunun defterlerle dolu olduğunu söylüyor:
“Gittiğim yerlerden alışveriş yapmam; fakat, defter muhakkak alırım. Üsttekilerden birisi Şanghay, diğeri Moskova, ötekisi Lizbon’dan. Çok güzel defterlerim var, bazılarına kıyamıyorum ama genelde hepsini kullanmaya çalışıyorum.”
O halde defterle çalışıyorsunuz deyince “minik minik” olanlarını ceplerinde, çantasında bulundurduğunu öğreniyorum:
“Sabahları birkaç saat yürürüm. Benim için hem dünyayla bir irtibat kurma hem de güne başlarken oksijen alma yöntemi. Bilgisayarın karşısında oturarak hiçbir zaman bir şey kurmadım. Zihnim öyle çalışmıyor. Yürürken, dışarıdayken daha fazla odaklanabiliyorum. O gün yazacağım şeyleri yürüyüşte kafamda kuruyor, o küçük defterlere notlar alıyorum. Yani yürürken yazıyorum, masaya oturduğumda ise onları zihnimden bilgisayar sayfasına temize çekiyorum.”
Odada çok sayıda baykuş biblosu bulunuyor. Niçin baykuşu seçtiğini merak ediyorum; bu sayfayı okuyanlar bilirler, çok sayıda yazarın baykuşa merakı var:
“Anlamı üstüne çok düşünmediğim çocukluk yıllarımda da sezgisel olarak severdim. Onun bilgeliğinin, biraz fazlaca her şeyden haberdar oluşunun çekiciliğine kapıldığımı sonradan fark ettim. Ürkütücü gibi görünen, ama aslında derin bir canlı bence.”
Konsolosun üstündeki üçü dışında başka fotoğraf yok odada. İkisi çok eski arkadaşlarıyla, biri Adalet Ağaoğlu ile:
“Yalnızca bir yazar söyle dediklerinde ilk gençliğimden beri okurluk yazarlık serüvenimde bana çok şey öğrettiğini, çok ustalık ettiğini düşündüğüm Adalet Ağaoğlu derim… Bu fotoğraf 2013 senesinde Londra’da çekilene kadar yüz yüze hiç tanışmamıştık. Londra Kitap Fuarı’nın konuk ülkesi Türkiye’ydi. Listede Adalet Hanım’ın da adını gördüğümde çok heyecanlanmıştım. Tabii onu daha öncesinde gittiğim söyleşilerinde defalarca görmüş, ama hiçbir zaman yanına gidip tanışmamış, rahatsız etmekten çok çekinmiştim. Fuar sırasında da aynı ortamlarda bulunmamıza rağmen yine aynı nedenle yanına sokulmamıştım. Söyleşimin olduğu gün, fuara gitmek için otel asansörüyle inerken Adalet Hanım da bindi. Benim için çok kıymetli bir andı. Konuşmaya başlayıp adımı söyleyince ‘sen o musun?’ dedi. Bence benim hayatımda aldığım en büyük övgü budur. Hayatımın yazarı varlığımdan haberdardı. Günün etkinliğe kadar olan kısmını birlikte geçirdik. Neyse ki birisi fotoğrafımızı çekip sonsuza kadar hatırlayacağım o anları belgelemiş. Sonradan mektuplaştık, evine davet etti ama yine gidemedim. Ona karşı çekingenliğim hep sürdü rahatsız etmekten çok korktuğum için.”
Okurlarının verdiği küçük objeleri yanında Barselona’ya getiriyor Nermin Yıldırım. Meselâ okurlarının hayatlarını etkileyen romanından sayfaların bulunduğu bir bohça, onlardan gelen bir kum saati bunlar arasında. “Kitaplar ve onlar vesilesiyle tanıştığım insanların hatıralarıyla doldu kitaplığım” diyor.
Sohbetimizi masa üzerindeki kolonyaları sorarak noktalamak istiyorum. Tabii ki hikâyeleri ve anlamları olan şişeler:
“Yasemin ve incir var, lavanta var. Lavanta eskiden çok daha fazla kullanılırdı, beni hep çok eskilere daha huzurlu, iyi hissettiğim bir yerlere taşıyor. Bu kolonyaları İstanbul’dan getiriyorum. Başka bir ülkede yaşarken sembolik de olsa ait olduğunuz kökünüze dair küçük şeyler arıyorsunuz. Biliyorsunuz Proust’un anlattığı gibi kokular, renkler, sesler bizi geçmiş zamanlara taşır. Benim için de bu kokular beni İstanbul’a, geçmiş zamanlara, çocukluğuma götürüyor.”