üzerinde çalıştığı projenin sabote edildiğini öğrenen bir yönetici ya da aynı yolda yürüdüğünü sanırken ortakları tarafından kandırıldığını fark eden bir iş insanı... Bu insanların yaşadığı duygunun adıdır öfke. Aslında bu duygu haksızlığın ve adaletsizliğin yansımasıdır.
Doğru yönetilmediğinde öfke; bazen bir kalbin kırılmasıyla, bazen bir ilişkinin bitişiyle, bazen de karakolda son bulan olaylarla kendini gösterir. Haklıyken hâksız duruma düşürür. Doğru yönetildiğinde ise dünyaları değiştirebilecek bir güce -cesarete- dönüşür. Tarih, öfkesini intikama değil, cesur bir değişime yönlendiren insanların izleriyle doludur.
Gerçek bir hayat hikâyesinden uyarlanan Cesur Yürek filminde, Mel Gibson’ın canlandırdığı William Wallace, eşinin acımasızca öldürülmesinin ardından öfkesini yıkıcı bir nefrete değil, bir halkın özgürlük mücadelesine yöneltmişti. İskoçya’nın bağımsızlık hayali, onun dönüştürdüğü öfkeyle alevlenmişti.
Benzer bir direnişi, çok daha sessiz ama bir o kadar etkili biçimde Nelson Mandela gösterdi. Robben Adası’nın soğuk taş duvarları arasında 27 yıl boyunca demir parmaklıkların ardında yaşadı. Her sabah gardiyanların hakaretleriyle uyanıyor, taş ocaklarında çalışıyor, sürekli yok sayılıyor, aşağılanıyordu. Üstelik onu bu hücreye mahkûm eden tek “suç”, ten renginin siyah olmasıydı.
Böylesine ağır bir haksızlığa uğrayan bir insandan beklenen, serbest kaldığında öfkesini dışa vurması, intikam duygusuyla hareket etmesidir. Ama Mandela, öfkesini bir nefret silahına çevirmek yerine, onu bilgece bir cesarete dönüştürdü.
Hapisten çıktığında Güney Afrika’nın başkanı oldu. Zafer sarhoşluğu yaşamak yerine, ülkesi için birleştirici bir lider olmayı seçti. Siyahilerin haklarını savunurken, beyazların da adalet içinde yaşayacağı bir gelecek inşa etti. Çünkü onun mücadelesi anlamlı bir yaşam ve kalıcı bir barış içindi.
Nelson Mandela’nın şu sözleri, öfkeyi dönüştürmenin ne anlama geldiğini çarpıcı bir şekilde özetler:
“Öfke, zehir içmek ve sonra düşmanınızın bu zehirle öleceğini ummaktır.”
Belki biz bir ülkeyi özgürleştirmeyeceğiz. Ama bir ilişkiyi onarabilir, bir haksızlığa karşı durabilir, kendi hayatımızda adaleti sağlayabiliriz. Önemli olan, öfkemizi cesarete dönüştürecek duygusal yönetimi sağlayabilmektir.
Peki, bu nasıl mümkün olur? Öfkeyi yönetebilmek için, önce neyin bizi öfkelendirdiğini fark etmemiz gerekir.
- İnsan kendini güvende hissetmediğinde, kontrolü yeniden ele geçirmek için öfkeyle tepki verir. İşleri yolunda gitmeyen, hedeflerinden uzaklaşan yöneticilerin bağırarak çevresine tepki göstermesi bundandır. Öfke yönetilmediğinde; bağırmakla, kırmakla, korkutmakla var olmaya çalışan kişi güçlü değil, aslında derin bir güvensizliğin pençesindedir.
- İnsan kendini duyulmamış, görülmemiş, fark edilmemiş hissettiğinde öfkelenir. Aslında istediği şey ilgidir. Bir toplantı sırasında dikkatle dinlenmediğini düşünen bir yöneticinin öfkeyle salonu terk etmesinin ardında, “Bana saygı gösterin” çağrısı vardır.
- Yorgunluk, uykusuzluk gibi fiziksel etkenler sabır eşiğimizi düşürür. Bu durumda en ufak bir tetikleyici bile ani ve yoğun tepkilere neden olabilir.
Aristo’nun dediği gibi “Herkes öfkelenebilir. Ancak doğru nedenle, hak eden kişiye doğru zamanda ve uygun sürece öfkelenmek zordur ve herkes başaramaz.''
Öfkenin yarattığı enerjiyi en doğru şekilde yönetebilirsek hem iş hem de özel hayatımızda bilgelik yolunda önemli aşama kaydederiz.
Gerçek güç, öfkeyi yönetebilen kişide saklıdır ve hayata anlam katmanın yolu da tam olarak buradan geçer.