Helin KAYA
Birçok sanat dalı içerisinden fotoğrafçılığı seçtiniz. Sizi etkileyen neydi?
Diane Arbus’ın fotoğraflarını gördüğümde çok etkilenip, sanatçının hayatını incelemiştim. Diane Arbus, dönemin başarılı bir moda fotoğrafçısının karısı ve iki çocuğu olan bir anne. Eşine asistanlık yaparken, fotoğraf çekmeye başlıyor. Sokaklarda dışlanmış, öteki diye nitelendirilen, toplumca kusurlu sayılan insanları fotoğrafladıktan sonra dünyayla kamerası aracılığıyla tanışıyor ve iki çocuğu, onu seven eşi, varlıklı hayatını geride bırakıp bu fotoğraflarından sonra intihar ediyor. Bir mesleğin bu kadar tutkulu olabilmesine şaşırmıştım. Fotoğrafçılık beni böyle büyüledi. Tam bunları öğrendiğim dönemde verem tedavisi görüyordum. Basit kompakt bir kamera ile fotoğrafçılığı öğrenmeye çalıştım; kimseyle görüşemediğim için her gün ilaç saatlerimde kendi fotoğraflarımı çektim. Tedavim bittikten sonra da oto portre dosyasını hikayeleştirip Londra’da okula başvurdum. Ve fotoğrafçılık okumaya başladım.
Siyah-beyaz karelerin ağırlıklı olmasının bir nedeni var mı?
Yönetmen Metin Erksan’ın ‘Sevmek Zamanı’ filmini izlediğimde siyah beyaz görüntülerin etkisi altında kaldım. O filmi izledikten sonra siyah beyaz fotoğraflar çekmeye başladım. Nostalji kelimesi ağdalı bir tasvir gibi kalır ama gördüğüm ve şahit olamadığım geçmişe bağımın etkisi olabilir, siyah beyaz fotoğrafların kompozisyona kattığı zamansızlık hissi. Dünya modernleşme çabasında estetiksiz yapılaşmaya doğru ilerlerken bilhassa benim gibi sokak fotoğrafları çeken fotoğrafçılar için siyah beyaz fotoğraflar; gölge, beyaz, siyah ve kontrast dengesinin ayarıyla güne dair modern zaman ögelerinden sıyırabiliyor.

Bir röportajınızda İstanbul, Diyarbakır ve Paris gibi şehirlerin yaşamınızda bıraktığı izlerden bahsediyorsunuz. Hikayenizde neden önemli bu şehirler?
Diyarbakır, doğduğum şehir. Yirmi yaşıma dek büyüdüğüm yarı memleketim. Diğer yarı memleketim ise annemin doğduğu ada; Kıbrıs. Diyarbakır, benim gözümü açtığımda gördüğüm ilk renkler, yüzler, ailem, kültürel çeşitlilikler, toplumsal olaylar, tattığım yemek kültürünü içerdiği için hayatımın ve sanatsal dışavurumumun ayrılmaz bir kahramanı. İstanbul ise ayaklarımın yere basmasını sağlayan şehirlerden biri. Aileden ayrı, bir bireye dönüşürken hikayemin fonlarından biri. Londra öğrenciliğim, ilk kariyer tecrübelerim, özgürlük, deneysel yaşam ve sanat alanımı, sınırlarımı belirlediğim şehir.
Paris ise öğrencilik dönemimden hemen sonra ilham aldığım, bana ışık tutan, eski dönemlerde yaşayan sanatçılarının yollarının geçtiği şehir, bir nevi Baharat Yolu’nun sanat versiyonu gibi. Benim hayatımdaki Paris, -parizyen gösterişinin tam aksine- bohem ve sanat dolu anılarla, adeta aylaklık ve ilham kutum gibi.
Geçen aylarda ‘Sadece Kendimle Mutluyum’ sergisini sanatseverlerle buluşturdunuz. Bize bu serginin oluşum sürecinden bahseder misiniz?
‘Sadece Kendimle Mutluyum’ sergisi, içinde bulunduğumuz dönemi gözlemlerken ortaya çıkan bir fikir. Otoportrelerim ve enstalasyonlardan oluşan bir sergi. Deneyimleme ve ziyaretçileri kendi yolculuğuna çıkarma, aynalama görevi taşıyor. İnsanların yalnızlıkla uğraşları, kendilerinden sonsuz memnun olduklarını iddia etmeleri fakat asla yalnız kalamama halleri, kendileriyle yaşadıkları büyük savaşların ortada olması beni bu fikre itti. Çünkü kendi hayatımda, uzun senelerdir yalnız yaşamam, yalnızlığı tercih edişim, dünyayı yalnız keşfetme biçimim ve kendimle mutlu olma halimin insanlarda farklı olması beni şüpheye düşürmüştü. Sergide de kendimden yola çıkarak ve hatta kendimi malzeme ederek gözlemlerimi anlatıyorum. Topluma ait olarak başlanan hayattan, kendini toplumdan sıyırarak yalnızlıkla tanışan insanın fazla sorgulamalar ve korkularıyla oluşan kırılma dönemini takip eden narsisizm evresi; tekrar sürüye dahil olma çabası, kendini gösterme ve ispatlama çabası. Narsisizm evresinden hemen sonra kendiyle yüzleşmesinde gerçekleşen cinnet. Cinnet sonrası koltuk (güvenli alan temsili) üstünde kendinden sıyrılma, yeniden doğma ya da intiharın gerçekleştiği evre ile sergi alanının dışında, bir cam arkasında tüm bu olup biteni izleyen, olabildiğince ermiş, siyah beyaz fotoğraf mevcut. Serginin kurgusu bu psikozun evreleri üzerinden kuruldu. Evrelerin detayları ise sergideki enstalasyonlardan oluşuyor.
Sanatseverlerden nasıl geri dönüşler aldınız?
Değerli ziyaretçilerin sergi alanında kendi içlerinde yaşadıkları yolculuklardan duydukları tatmin beni başarılı hissettirdi. Sıcak ve şehirde sıkıcı bir yazın ortasında, üretimime zaman ayırıp kendilerine dair hisler keşfetmeleri, sorularına cevap bulmaları elbette her sanatçıyı mutlu edeceği gibi beni de mutlu etti ve bundan sonra çalışmalarım için motive etti.
Fotoğrafçılık dışında birçok şapkanız var, bunlardan biri de yazarlık. Yazma tutkusu hayatınızın tam olarak neresinde?
Ben gör emri almadan önce yaz emri alanlardanım sanırım… İlkokul, ortaokul ve lise dönemlerimde birbirinden değerli edebiyat hocalarımın teşvikiyle yazdığım kompozisyonlar, denemeler, ülke çapında düzenlenen yazı yarışmalarında aldığım ödüllerle başlayan bir yazma serüvenim var. Fotoğraf da eklenince bu serüvene, fotoğraf hikayeleri yazmaya devam ederek şekillendi kariyerim.
Kitabınızın adı ‘Paris-Beyrut Mutluluk Hattı’… Yine duygu dolu bir isim. Ne anlatıyor okura?
Kitapta, ailemden ayrıldıktan sonra aklıma takılan bir sorunun peşinden gidiyorum. ‘Herkesin rotası evine çıkıyorsa, evimiz nerede?’ Ev olgusunun mutlulukla ilişkisini vurguluyorum. İnsan yaşayacağı yeri nasıl seçer? Evim dediği yere nasıl karar verir? Bu sorgulamalar peşinde hazırladığım bir kitap serisinin ilk kitabı bu. Yine kendimden ve fotoğraflarımdan yola çıkıyorum kitapta; yaşarken salt ve saf mutluluk hissettiğim iki şehir Paris ve Beyrut fotoğraflarıma eşlik eden kısa hikayeler, yol notları, düşüncelerden oluşuyor.
“Yönetmen Metin Erksan’ın ‘Sevmek Zamanı’ filmini izlediğimde siyah beyaz görüntülerin etkisi altında kaldım. O filmi izledikten sonra siyah beyaz fotoğraflar çekmeye başladım.” -DİLAN BOZYEL Kitap künye Paris-Beyrut Mutluluk Hattı Dilan Bozyel İnkılap Kitabevi 96 s.