Faruk ŞÜYÜN
Kadıköy’deyiz. Karşımızda ilham verici görüntüsüyle eski kent, rüzgâra teslim olmamak için biteviye çırpınan köpükler içindeki Marmara Denizi… Müge İplikçi’nin çalışma masası bu manzaraya hâkim konumda. “Bu masayı ilk aldığımda boyu biraz yüksekti, bacaklarını kestirerek çalışmama uygun hale getirdim. Ve o gün bugün altı yıldır süren bir ilişki yaşıyoruz onunla!” diyor Müge İplikçi.
Masa da manzara da harika, ama masa, mekân tutkunu olmadığını söylüyor Müge, nerede olsa çalışabiliyormuş:
“En çok mesai harcadığım yer olarak mutfağımın tezgâhını söyleyebilirim. En yaratıcı olduğum zamanlar, orada yazdığım anlar. İlla yazı masamda çalışayım diye bir kaygım yok.”
Yine de özenle yerleştirdiği objeler nedeniyle masasıyla bağı olduğunu düşünüyorum. Önce taşlardan konuşuyoruz:
“Eskiden de meraklıydım, ama artık kollarıma ve boynuma da takıyorum. Salgınla birlikte çok inandığım şeyler haline dönüştüler. Gördüğünüz tuz kayası bir lamba, içinde ampul var ve ışık veriyor. Onu zaman zaman yakıyor, ellerimi üzerine koyup ters enerjiyi almasını umuyorum. Yanındaki iki taştan birisi onix, diğeri ametist. Ametist çok sevdiğim taşlardan. Bir kere mor olması çakra anlamında çok önemli. Siyah onix ise aslında nazar boncuğu diyebileceğimiz bir özelliğe sahip. Kolumdaki bileziklerde de var; insana güç veren bir yanı olduğunu düşünüyorum. Taşlar, dünyanın en başından itibaren var olan ve biz gittiğimiz zaman da kalacak şeyler. Bu duyguyu masamda da üstümde de taşımayı çok seviyorum.”
Hemen sağında kitaplar üzerinde kitap okuyan bir kedi biblosu duruyor:
“Kedi, hayatımın çok önemli varlıklarından biri. Evde de bir Mia’mız var. Kitap okuyan kediye yaslanmış duran sarı kedi, ona çok benziyor. Kedilere baktığım zaman dünyada sadece insanların olmadığını bir kez daha hatırlıyorum. İyi ki de sadece insanlar yok, diyorum.”
Masanın üzerinde tek bir fotoğraf var. Oğlu Ali Deniz’e sımsıkı sarılmış Müge. Fotoğrafı Ümran Kartal’ın çektiğini söylüyor.
“Cımbızın Çektikleri’ni birlikte yazdığım arkadaşım. O gece eşim Ruşen ve çok erken kaybettiğimiz Enver Ercan ile kızı Özge de vardı. Altı aylık Ali Deniz gülüyor, yeni uyanmış, dil çıkarıyor.”
Çerçevenin üzerine bir mor kelebek iliştirilmiş. Mutlaka bir anlamı olmalı. Şöyle anlatıyor:
“Kelebekler çocukluğumda çok karşıma çıkardı, kötü bir avcıydım. Bir gün, kelebek yerine arı tuttum ve ondan sonra da tövbe ettim. Kelebeklerin zalim avcısı bugün onları çok seven, koruyan biri. Onların tek bir güne sığan o kısacık ömürlerinde anlattıklarını çok önemsiyor, bize çok şey öğreteceğine inanıyorum. O fotoğrafa özellikle iliştirmemin nedeni tek bir günün bütün ömre değer bir ânı içerebileceğini düşündüğüm için sanırım.”
Fotoğrafın hemen önünde üzerinde Niagara Şelalesi görüntüsü olan bir anahtarlık. Niagara’ya iki defa gittiğini ve her defasında çok etkilendiğini söylüyor Müge ve devam ediyor:
“Su ile kurduğum bağın ne kadar güçlü olduğunu orada öğrendim. Abartmıyorum, inanılmaz bir duygu yaşadığımı söyleyebilirim orada suyun içerisinden geçerken. Yaşamsa, yenilenmeyse bu… İşte bu nedenle o küçük anahtarlığı oradan aldım, saklıyorum.”
Fotoğrafla taşların arasında babasından kalan mavi kül tablası var. İçinde babasının piposu ve ondan kalan bileklikler duruyor. Halasından kalan bir başka hatıra da sağındaki panoda duran gözlük: “Rahmetli halam Azade Hanım’ın gözlüğü. Vefat ettikten sonra ne istersin? diye sordular gözlüğünü isterim, dedim. Bana çok inanan bir insandı. O gözlüğü orada tutarak masaya oturduğumda beni seyrettiğini düşünüyorum.”
Taşların diğer yanında üzeri rengârenk camlı bir yaprak var, bir ayna… “Yaprak, yazarlığı unutmayayım diye. Türkiye’de yaşayan bir yazar olarak aslında ne kadar keyifli ve aslında ne kadar çetrefi l bir iş yaptığımı hatırlatması için. O aynaya baktığım zaman unutma, devam et, yazmak aslında keyifli bir şey derim” diye anlatıyor o yaprağın önemini.
Masanın üzerindeki son obje, bir altlık. Üzerinde “Her şeyin ilacı zaman değil, çaydır” yazıyor. Çok çay içen, son yıllarda bitki ve meyve çaylarını masasından eksik etmeyen Müge için ne kadar doğru bir söz…
Boyunluk, son on yıldır hep yanında… Şöyle diyor:
“En yakın arkadaşlarımdan biri! Çalışırken ya bilgisayarımı yukarıda tutuyorum ya da unutursam diye önce boyunluğumu takıyorum. Hassas bir boynum var, mesleğim de maşallah bunu çok destekliyor.”
Hemen sağındaki panoda, bugün 22 yaşında olan oğlu Ali Deniz’in fotoğrafları asılı. San Francisco’dan da üç kartpostal var:
“İstanbul’a çok benzeyen bir şehir. O meşhur kırmızı köprüden geçtim, geçerken orada da çok farklı bir duygu yaşadım, sadece rüzgârı dinledim. Niagara’da suyun sesi vardı, orada rüzgâr. İçinde mistik bir çekim barındıran bir köprü gibi gelmişti bana. Zaten San Francisco da öyle bir şehir diyebilirim.”
Kocaman bir yazı var “Go Where the Wild Things are” yazıyor.
“Vahşi Şeylerin Olduğu Yere Gidin. Vahşilik şu aralar çok ilgimi çekiyor. İyiliğin yetmediğini düşünüyorum, sürdürülebilirlik için biraz vahşi olmak gerektiğine inanıyorum. Bundan sonraki yaşamlarımızın da biraz o vahşilikten besleneceğini düşünüyorum” diye anlatıyor o yazının panoda bulunma nedenini.
Zaman çok çabuk geçiyor. Dışarıda hava kara mı dönecek? Bir an önce yola çıkmalıyız… Keyifli sohbet ve meyve çayları için çok teşekkürler sevgili Müge.