The Handmaid’s Tale, ilk sezonundan itibaren Margaret Atwood’un kehanet gibi karanlık distopyasını yalnızca görsel değil, duygusal olarak da sarsıcı bir biçimde ekrana taşıdı. Gilead’ın baskıcı düzeninin nasıl adım adım kurulduğunu ve zamanla nasıl normalleştiğini ürkütücü bir açıklıkla gösterdi. Kadınları yalnızca doğurganlıklarıyla tanımlayan bir sistemin içinden doğan bu hikaye, gerçek dünyadaki tehditlere ayna tutarken bireysel direnişin gücünü de hatırlattı. Damızlık kızların kırmızı pelerinleri yıllar içinde bir simgeye dönüştü ve şimdi bu hikayede final zamanı.
June artık savaştan yorgun. Sadece yaşamak, kızını korumak istiyor. Ama bu sezonda anlıyoruz ki bazı mücadeleler insanın yakasını bırakmıyor. Karakterler bir kez daha sınanıyor: Kim gerçekten değişti, kim sadece yer değiştirdi? Kim korktu, kim harekete geçti? ‘The Handmaid’s Tale’ en başından beri büyük meseleleri küçük anlarla anlatan bir hikayeydi. Bu sezon da aynı yerden devam ediyor: Adaletsiz bir sistemde ayakta kalmaya çalışan sıradan insanların hikayesinden.
Altıncı sezon hikayeye bir nokta koyuyor ama Gilead’ın sonuna değil. Margaret Atwood’un devam romanı, ‘The Testaments’ adlı diziye uyarlanıyor. Hikaye, Gilead’ın 15 yıl sonrasına uzanıyor; June’un kızı Hannah -artık Agnes adıyla- bu yeni düzende büyümüş, Lydia Teyze ise hala düzenin parçası. Dizi, Gilead’ın içinden yükselen yeni bir uyanışı anlatacak. Çekimlerin bu ay başlayacağı söyleniyor.
Peki, bu sezonda bizi neler bekliyor, söz hikayenin kahramanlarında…
“Daha öfkeli, daha zeki”
Elisabeth Moss – June:
“Altıncı sezona geldiğimizde, June daha güçlü, daha öfkeli, daha zeki birine dönüşmüş durumda. Evet, çok daha fazla acıyı taşıyor ama artık daha önce sahip olmadığı bir mücadele ruhuna sahip. Giderek bir süper kahramana dönüşüyor. Aslında tüm anneler, tüm bakıcılar birer süper kahramandır. June da bu hareketin gerçek bir kahramanı hâline geliyor. O, zorluklarla mücadele eden, kendisi olmasına izin verilmeyen ve baskıya karşı savaşmak zorunda kalan biri. Altıncı sezonda artık bu hikâyenin en güçlü haliyle karşımızda.”
“Narsist ve manipülatif”
Yvonne Strahovski – Serena Joy:
“Serena Joy gibi, tek bir bedende birçok çelişkiyi barındıran bir karakteri oynayabilme şansım olduğu için minnettarım. Başlangıçta ondan nefret ettik, kötü kararlar verdi ama zaman zaman daha iyisini yapmaya da çalıştı. Hayatta kalma içgüdüsü ile hareket etti. Bence Serena’nın June’a karşı borçlu hissettiği anlar var ama çoğu zaman bunu inkâr ediyor. Narsist, manipülatif, dar görüşlü biri. Peki, bu kez Serena doğru olanı yapacak mı? Seyirci onun yanında mı olacak? Göreceğiz. June’la ilişkileri, şimdiye kadar gördüğümüz en yalın ve en dürüst hâline geliyor. Serena’nın en çok istediği şey, affedilmek.”
“Ahlaki olarak gri bölgelerde”
Bradley Whitford – Komutan Lawrence:
“Komutan Lawrence sabit bir karakter değil. İçinde sürekli çatışmalar yaşanan, ahlaki olarak gri bölgelerde gezen biri. Bazı yönleriyle son derece kibirli ve cinsiyetçi ama June’dan etkilendikçe başka birine dönüşüyor. Onların tartışmaları bana bugünün dünyasını hatırlatıyor: Gerçek değişim sistemin içinden mi gelir, dışından mı? Lawrence, değişimin ancak içeriden ve politik olarak mümkün olduğunu düşünüyor; June ise sistemin temelden çürüdüğünü ve o yapının içinde kalınamayacağını savunuyor. Bu tartışma karaktere derinlik katıyor, bugünü de düşündürüyor.”