FARUK ŞÜYÜN
Onu tanıyalı 40 yıl oldu. Dergilerde şiirleri, gazetelerde deneme ve eleştirileri yayımlanıyordu. 1976’da Şehir Tiyatroları’na girmiş, çeşitli oyunlarda rol almıştı. 12 Eylül’den sonra tiyatroda işten atılan “1402’likler” arasındaydı. 1989’da geri dönecek, 2008-2009 yıllarında genel sanat yönetmenliğini üstlenecekti. Yeni sezonda İstanbul ve İzmir Şehir Tiyatroları’nda iki oyun sahneye koyuyor: Ibsen’in “Bir Halk Düşmanı” ve Nâzım’ın “Yolcu” su. Bir de şiir kitabı geliyor. “Gönül Hicranla Doldu” isimli “hatırlatmalar” kitabıysa hazır. Onu birçok dizi ve filmdeki rolleriyle de hatırlıyoruz. Sevgili Orhan’la yazı masasının başında konuşuyoruz.
“Kızım Asude ve eşim Nazlı’nın ortak hediyeleri. Kızım bir yaşındayken bana doğumgünü hediyesi olarak aldılar bu masayı” diyor. Üzerindeki kalem kutularında bulunan yığın yığın kurşunkalemlerin uçlarının büyük bir özenle açılmış olması dikkatimi çekiyor:
“Biraz kullandıktan sonra onları kalemtıraşla tekrar açarım; bu, hoşuma gidiyor. Biliyorsun kurşunkalemler çok da güzel kokarlar.” Kutudan bir kalem çekip gösteriyor:
“İçlerinde en muhteşemi budur. Bir sabit kalem. Aslında kurşunkalemdir ama tükürükle ıslattığın zaman mürekkepli kaleme döner. Bu bir mucize.”
Peki, defterlerle arası nasıl?
“Aklıma gelen bir şeyi hızlı olarak kâğıda dökmek için kullanıyorum defterleri. Manuscript tadını kaybettik aslında. Ben de klavyeyi tercih ediyor, bu durumu da şöyle rasyonalize ediyorum: El yazısına göre daktilo, daktiloya göre elektronik daktilo daha kolaydı. Sonra bilgisayar geldi. Klavye, düşünce hızımı daha iyi yakalıyor. Makale yazarken sorun değil belki, ama özellikle şiir çalışırken daha çok işime yarıyor.”
Hemen önünde bir dolmakalem var “Mont Blanc Meisterstück, benim esas kalemim” diyor. Bir mürekkep rengi tercihi olup olmadığını merak ediyorum:
“Bugün canım çekti, koyu yeşil olanı koydum. Bazen mavi kullanırım, bazen siyah… Bir Limited Edition Mont Blanc’ım var, Edgar Allan Poe serisi. Onun için araya taraya Viyana’dan turkuaz mürekkep bulup almıştım. Aslında biraz moduma bağlı.”
Yan taraftaki çekmeceler dolmakalemlerle doluymuş. Tarihi olanları tercih ediyormuş. Peki, o kadar kaleme üşenmeden bakım uygulayabiliyor mu?
“Onlara iyi bakarım. Yaza girerken boşaltmak lazım. Mürekkep içinde kurursa hazneyi bozabilir. Ilık suya daldırıp içlerini iyice yıkamakta fayda var…”
Biri kalem kutusunda iki büyüteç var, önündeki kocaman. “Yakın gözlüğümle bile bu büyüteci kullanmam gerekebiliyor” diye anlatıyor. Kalem kutusundaki gümüş kâğıt açacağı için “O, büyük amcamın. Onun da adı Orhan Alkaya. Dolayısıyla benim için değeri büyük” diyor ve devam ediyor “Babam Adnan Alkaya filatelistti kullandığı pul cımbızı da kalemlikte…”
Sıra eskiliği belli olan kartlarda. Onların da ilginç bir hikâyesi var:
“Zaman zaman masamda dururlar, zaman zaman kütüphanenin raflarında. 1929 yılında Türkiye’nin ilk güzellik kraliçesi seçilen Feriha Tevfik’ın kız kardeşi Samiye Hanım’ın onlar. O da çok güzel bir kadındı. Kartları bana kızı getirdi. İyi arkadaşımdır ‘Annem seni çok severdi, bu kartları sana vereceğim’ dedi. ‘Bunlar 19. yüzyıldan deli misin satarsın bunları!” dedim. ‘Ondan veriyorum zaten, sen saklarsın bunları’ diye yanıtladı.”

Böyle çok eşya varmış Orhan’da; kendisine bir yeddi emin gibi teslim edilmiş şeyler dolu. O, emanet diyor: “Emanetler çok var. Nedense insanlar bana öyle bir rol biçti demek ki.” Meselâ orkestra şefi Hikmet Şimşek’in Ruhi Su’ya hediye ettiği çakı da ondaymış. Hayatındaki bu objelerden yola çıkarak otobiyografik bir deneme üzerine çalışıyormuş. Bir başka emaneti daha gösteriyor. Kitap kılıfı gibi duran bir şey. Tabii ki öyküsü var:
“Bunu bana Kâzime Beygirci verdi. Üzerindeki taşlarda desenler var, bir tanesini Sevgi Soysal yapmış. Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nda beş kadın boyamış bunları. Nuri İyem’in yaptığı Arif Damar resminin cam tabı da bende… Moda’daki evinde “benim en değerli eşyam” diye vermişti.
Arif Damar’ın çerçeveli bir fotoğrafı var. Damar üzerine “Al bir kayadır Orhan / Sözcüklerin içinde / Ona en çok yakışan / No passaran” diye yazıp imzalamış. “Arada bir döner bakarım, Arif’i özlerim. Kendimi iyi hissetmediğimde de bakarım ‘Sözcüklerin içinde / Ona en çok yakışan / No passaran’ dedi sana Arif diye kendi kendime söylerim, ‘geçemeyecekler’…”

Ya üzeri resimli taş?
“O taşlardan üç tane kaldı. Yıllar önce Marmara Adası Çınarlı Köyü’ndeydik. Parasızdık. Osman Hamdi’nin asistanı Aziz Ogan’ın oğlu Mengühan Ogan’ın eşi Sabahat Hanım’la birlikte işlettikleri bungolow’lardan oluşan bir lokantalı pansiyonda kalıyorduk, Usta bizden para da almıyordu, zaten zil zurna parasızdık. Ressam Mevlüt Akyıldız ‘taş boyayalım, satalım’ dedi. Başladık dalmaya; düzgün taşları seçip çıkarıyoruz. Mevlüt de onları boyuyor. İçki paramızı çıkarıp Usta’yla Sabahat Hanımefendi’mize hediye de almıştık.”
1991-2030 arasını gösteren bir takvim var o da eşi Nazlı’nın hediyesi:
“Ona bakıp zamanı ölçmeye 40 yılda bir ihtiyacım oluyor, ama geniş zamanın yakınımda durmasından hoşlanıyorum.”
Ve alttan kurmalı melodi çalan tahta ev:
“Bosna Savaşı üzerine bir oyun yapıyordum. Tecavüze uğramış bir kadının hikâyesi. Oyunun finalini bağlamak üzere bir objeye ihtiyacım vardı, kar kürelerini denedim, kesmedi. Çukurcuma’da antikacı Melih vardı, ahbabım, onunla konuşurken kurunca müzik çalan bu tahta evi gösterdi. ‘İşte bu’ dedim. Finaldeki tirat boyunca çalıyordu. O oyunla en iyi yönetmen ödülü falan aldım.”