Aslı BARIŞ
Bu aralar müzik alanında oldukça aktifsiniz. Sahneye çıkıyorsunuz, mekan dolup taşıyor… Müziğe olan bu ilgi nasıl oldu?
O hep vardı aslında… Hatta oyunculuktan önce müzik vardı. Hem de hayatımın merkezinde… Bir Rus yönetmenle bir tiyatro projesinde çalışırken, haftada iki ya da üç gece şarkı söylüyordum dışarıda. Ama sahne gece üç-dörtte bitiyor, sabah saat 9’da prova var, nasıl olacak? Dedi ki “Bu projelik müziğe ara ver”… Sonra aralıksız 8 yıl senede dört oyun yaptım, sonrasında da tesadüfen televizyona başladım… Öyle gitti. Müziğe dönemedim yani vakitsizlikten… Şimdi biraz çekinerek yine başladım. Ama konserlerimde bütün biletler tükenmiş durumda. Tiyatronun sold-out olmayıp 15-20 yıl ara verdiğim müzikte bu ilgiyi görmek üzmüyor da, biraz içimi buruyor. (Gülüyor) Tiyatro da kötü değil ama müzik daha iyi gidiyor bu arada…
Son oyununuz ‘Irgat’ da hayli ilgi gördü… Oyun için bir ‘Shakespeare kolajı’ diyebilir miyiz?
‘Türkiye’de geçen ve Shakespeare’in bile yazdığından haberi olmayan bir hikâye’ diyoruz. Irmak Bahçeci, bir yılda Shakespeare’in günümüze kalan tüm oyunları tarayarak, sadece onun cümleleriyle yazdı oyunu… Yönetmenliğini ise Emrah Eren üstlendi… İlgi görüyor ama daha fazla ilgi beklerdim. Sert bir oyun, belki bu yüzden…. Arada ciddi işleri de seyretmek lazım. O da eğlence sektörünün bir parçası… Belki çok güzel, zihin açıcı bir tat verecek sana… Ama dediğim gibi komediler daha fazla seviliyor. İzleyicinin tiyatroda ünlü görme hevesinden de kurtulması lazım. Bir de son dönemde hep şu cümleyi duyuyorum: “Biz gülelim. Pandemi yüzünden artık sadece gülmek istiyoruz. Zaten hayat çok zor…”
Biraz böyle bir durum yok mu yani? Ya da insanlar kapalı yerlere girmek istemiyor olabilirler?
Meyhaneler, kafeler dolup taşarken bu sava ne diyeceğimi bilemiyorum açıkçası…. Yarın öbür gün tiyatrolar kapandığında düşünürüz belki. Bugün Ukrayna’da millet sığınaklarda yaşama tutunmaya çalışırken, tiyatrocular orada oyun sergileyerek insanlara umut dağıtmaya çalışıyorlar. Çünkü sanat bir umuttur. İnsana onu verir. Ve bir ülke kültür varlıkları üzerine yükselir. Ukrayna’da asırlık Ulusal Tiyatro Binası yıkıldığında tüm ajanslar haber geçti, tüm ajanslar! Ve göreceksiniz, savaş bittiğinde yapılacak ilk işlerden biri o binayı rönove etmek olacak. Almanya yıkıldıktan sonra, tekrar kurulurken, parlamentoda Mustafa Kemal’i örnek gösterdiler. Böylelikle “İlk önce opera binası yapılacak” dendi. Bugün ise ülkemizde tiyatro sadece bu işi yapanların çabasıyla ayakta duruyor.
Pandemi işleri ne hale getirdi?
Perişan etti. Hep diyorum, ‘tiyatronun bir pandemilik canı varmış’ diye. Akıllıca olanı perdeleri kapatıp gitmek ama biz direniyoruz işte… Ben hayatın her alanında matematiğe çok inanan biriyim, sahne de buna dahil. Zaten bir yerde mecburum. Tamam, tüccar değiliz, sanatçıyız ama şöyle bir durum var. Sattığımız 10 TL’lik biletin neredeyse yüzde 50’sini vergi olarak ödüyoruz. Ve maaş vermemiz gereken hem sahnede hem de sahne arkasında personel var. Kaç bilet satacaksın, neyi ödeyeceksin? Pandemi zaten her şeyi bitirmiş… Denge kurmak adına ‘İki Bekar’ gibi bence çok yakışıklı bir komedi yapıp, ardından ‘Irgat’ gibi sert, dramatik bir oyun sahneye koyuyoruz. Ama birinden 3 bin TL kâr ederken, diğerinden 400 bin TL zarar ediyorsunuz. Hep cebinizden yediğiniz bir şey tiyatro yapmak ülkede. Allah razı olsun televizyonlardan… Benim gibi insanları istihdam ediyorlar, oradan gelen gelirle biz de tiyatro yapabiliyoruz. Yani TV’den gelen kamuya gidiyor.
Sanatsal anlamda biraz Robin Hood’vari bir yaklaşım değil mi?
O kadar iddialı bir şey söylemek istemem ama bir yerde öyle…
Bu işin bu kadar çilesini çekmenin ardındaki motivasyon nedir peki?
Bilemiyorum, yıllardır da çözemedim. Bu çabanın yarısını yurt dışında yapsam şu anda devlet nişanı almıştım herhalde. Ama burada yaptığınız her işin altını çizmek, sonrasında da bunu insanların gözüne sokmak zorundasınız. Öyle değere biniyor. Yoksa hemen sosyal medyada “Sen ne biliyorsun ki, orada mıydın” tarzı söylemler dönüyor. Evet, oradaydım ama illa resmini çekip, milletin gözüne mi sokmalıyım?
Sosyal medyanın ülkemizde ayarlarımızı bozduğunu düşünüyor musunuz?
Tüm dünyada ayarları bozduğunu, daha doğrusu doğru kullanılmadığını düşünüyorum. Bakın, üç gündür Will Smith ve tokadı çıkıyor her yerde karşımıza…
O olayı gördüğünüzde ne düşündünüz?
İki tarafın yaptığı da vandallık. Chris Rock’ın yaptığı da şiddet, öbürü zaten aleni şiddet… Ben bunu söylediğimde ise “Sen bunu eleştiriyorsun ama sen de basın muhabirine ne yaptın” diye cevap geliyor. Ya yapmadım bir şey. Hakaret de etmedim. Söylediğin bip’lenince hakaret etmişsin gibi bir durum oluştu.
O konuya gelirsek, yargıya intikal eden bir durum var ama tam olarak ne yaşandı?
Bu saatte sokakta ne işin var diye soran bir insana hesap vermediğim için yargılanıyorum. Beş kez derdimi anlattıktan sonra “Gerizekalı mısınız, anlamıyor musunuz” dedim sadece. Tam beş kez anlattıktan sonra söyledim bunu. Hepsi bu. Ama o yayını yapan akabinde bana ne vandal, ne maganda, ne kopuk, ne troll demediğini bırakmadı. Ama savcılara bunu söylediğim zaman takipsizlik veriliyor. Ben ise hakaret etme suçundan yargılanıyorum, üstelik iki yıl mahkumiyetle… Ama iki kadını öldüren biri İspanya’dan iade olup serbest bırakılabiliyor. Neyse, böyle garip bir durumla yargıyı meşgul ettiğim için özür dilerim.
Son diziniz ‘Son Nefesime Kadar’ beşinci bölümde kaldırıldı. Neden bu kadar kısa sürdü?
15 sene önce, sektörden çok sevdiğim Lale Eren ile sohbet ediyorduk. “Bence 5-6 bölümlük sine-dramalar yapmalıyız TV için” diye… Biz bunun bir tanesini Yücel Yener zamanı TRT’ye çektik… ‘Esir Şehrin İnsanları’ ve ‘Esin Şehrin Mahpusu’… Kemal Tahir öyküsüydü. 6 bölüm olarak kurgulamıştık. Bence televizyon için en doğru işler bu kısa sine-dramalar. Çünkü yapımcılar milyonlarca lira zarara giriyor. Sıfırdan bir mekan yaratılıyor, sözleşmesi yapılıyor, minimum altı ay kiralanıyor. Tutarsa ne ala… O kadar yatırım yapılıyor, beş hafta sonra da kaldırılabiliyor. Zararın yanında o kadar insanın emeği de heba oluyor. Televizyon emeğe karşı çok acımasız. Gördüğüm en meşakkatli iki sektör var. En önde sağlıkçılar… Herkesin önlerinde minnettarlıkla eğilmesi gerekir. Sonrasında da insan hayatını çok etkiler mi bilmiyorum ama dizi sektöründekiler… Işıkçısından çaycısına, yönetmeninden oyuncusuna gece gündüz demeden çalışıyor o insanlar. Günlerce çocuklarını göremezler setteki insanlar. Böyle baktığında haksızlık oluyor. Ama hangi sektörde yok ki haksızlıklar…
Oyunculuk ve müzik dışında, bu ara ilgilendiğiniz başka bir proje var mı?
Yeni bir şeyler yazmaya başladım; Yeditepe İstanbul’da (canlandırdığı Yusuf Gülseçen karakterinin popüler bir repliğine referans vererek) ‘Mahallenin Romanı’ vardı ya, ben de ‘Mahallenin Romancısı’ oldum diyorum… Roman mı olur televizyon projesi mi olur daha tam bilmiyorum, bakalım… Normalde çok kıskancım, yazdıklarıma da, şarkılarıma da… Sanırım roman olacak çünkü kısa yazmayı beceremiyorum. Uzun betimlemelerden, tasvirlerden hoşlanıyorum. Bir süredir arşivlemiştim yazdıklarımı, şimdi üzerinden geçmeye hazır hissediyorum. Ama Duru için bir anı olarak kalsın istiyorum, belki seri olur. Bir süredir üzerinde çalışıyorum, yeni şekillendirmeye başladım.
CHE'NİN İZİNDE YOLCULUK
Önümüz yaz… Yazlık planlarınızı sorsam?
Bodrum ve Çeşme’deki mekanlardan sahne için teklifler geldi, onları değerlendiriyorum. Müzik biraz daha ön planda olacak galiba bu aralar… Şarkı söylerken her şeyi unutuyorsunuz. Bir de ertelediğim bir hayalim vardı, yaz sonuna doğru mümkünse onu yapacağım. Che Guevara ve Alberto Granado’nun motorsikletle yaptığı rotayı, onların izinden, giderek yapmak.Günlükte bahsettiği yerlerde konaklayıp, onun gördüğü, hissettiği şeyleri görmek istiyorum.
Motor tutkunuz var mı?
Tutku demeyelim ama severim… Mahir diye bir arkadaşım var. Yıllardır Arjantin’de yaşıyor. Oraya gidip oradan Buenos Aires’ten aşağıya, Peru, Uruguay… Motor kiralayarak Güney Amerika’yı gezmek gibi bir niyetim var. Yol yapmak beni bu hayatta en çok dinlendiren şeylerden. Bir yol, bir de müzik…
BOĞAZINIZDAN GEÇECEK EKMEK VARSA SATACAK BİR RUHUNUZ YOK
Bir söyleşinizde zeytinyağı işine girdiğinizi okumuştum…
Evet, Ekolive adlı bir marka kurdum. Emre’nin E’si Kınay’ın K’si ve Olive (Zeytin)… Enteresandır; adımı verdiğim tek şey bu hayatta, tiyatroya, hatta diğer her şeye kızımın adını verdim çünkü. “Pandemi sırasında sağlıklı, saf, naturel ve organik yaşam tarzını, nasıl sanatla birleştiririz?” diye kendimize sorarken doğdu Ekolive… Kendimiz üretip internet üzerinden satış yapıyoruz. Hobim B planına dönüştü bir anlamda ama memnunum sonucundan...
Peki nereden çıktı bu zeytinyağı tutkusu?
Eski mesleklerimden biri… Çocuklukta para kazandığım bir alan. Pandemide tiyatronun gerçekten biteceğini, yeniden başladığı zaman da benim yaşım itibariyle yer bulamayacağımı ya da o şevkimin kalmayacağını düşündüğüm bir zamanda ortaya çıktı. 17-18 yaşındayken pazarda zeytinyağı satıyordum. Küçükçekmece’de mahallede komşumun zeytinliği vardı. Ben de onun yağlarını satıp ikimiz için harçlık çıkartıyordum.
Küçüklüğünüzden beri girişimci bir ruha sahiptiniz demek ki…
Mecburiyetten diyelim… Ben her zaman şuna inanırım. Çaresizlik diye bir şey yok; “Çaresizsiniz” demem “Çare, sizsiniz” derim. Hayatta tüm sorunlar için çözüm üretmek mümkün. Pandemide tiyatroyu açık tutabilmek için çok şeyimi kaybettim, tüm hayatımda kazandığımın yüzde 70’i gitti. Arabam bile yok. Ama bir şekilde ekmeğimi kazanıyorum. Bir şekilde ekmeğinizi kazanırsınız. Bu her zaman böyledir. Ve boğazınızdan geçecek ekmeğiniz varsa, satacak bir ruhunuz yok.
AİLEDEN TİYATROCU
Emre Kınay, 5 Mart 1970 tarihinde İstanbul’da doğdu... Annesi Remziye Kınay ve babası tiyatrocuydu. İlk, orta, lise eğitimini İstanbul Küçükçekmece›de tamamladı. 1990’da Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nü kazandı. 1995 yılında konservatuvardan mezun oldu. Kınay, 1992 yılında Konservatuvarda öğrenci iken hocası Zeliha Berksoy’un davetiyle Bakırköy Belediye Tiyatroları’nda oyunculuk hayatına başladı. Tiyatro’nun yanında 1997 yılından beri televizyon ve sinema filmlerinde oyunculuk yapan Kınay, 2005’te “Duru Tiyatro’ yu kurdu.